EDEBİYAT SAYFASI
FELSEFİ ÖYKÜLER
“Soyut fenomenler”
Öykü kitabımdan kısa pasajlar
GİRİŞYAZILARI
M. Kemal Atatürk’e İthaf
Uzun araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bu kitabı, Ulu Önder “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” e olan şükran borcumdan, zat-ı âlilerine ithaf ettim. Zira bu kitapta yazılan birçok fizik ötesi öykü, felsefeye bağlanarak sonuçlandırıldı. Dolayısıyla Kuran ayetlerinden de fazlasıyla yararlanıldı.
Din tacirleri ülkemizde felsefeyi (“Felsefe dinden çıkarır, Kuran’ı Türkçe okumak günahtır, sevabı da olmaz “) maksatlı olarak karalamış ve toplumu bilmedikleri Arap dili ile ezber usulü Kuran okutmaya yönlendirmişlerdir.
Oysaki zaman üstü olan Kuran, bu gibi dayatmalara, aşağıda tırnak içinde gösterilen ayetlerle kuvvetle dikkat çekmiştir.
“Bizden önce iki topluluğa (Hıristiyan ve Yahudi) kitap indirildi. Biz konuştuğumuz dilden olmadığı için onları okumaktan gafildik, dememeniz için yahut bize de kitap indirileydi onlardan fazla doğru yolu tutardık, dememeniz için, işte size rabbinizden apaçık bir delil; Arapça olarak sizin dilinizde indirdik En’am 156 - 157 ayetler)”
Bir başka ayette ise ”Eğer biz onu yabancı dilden bir Kuran yapsaydık, “Ayetleri açıklansaydı ya! Araba yabancı dil mi?” Diyeceklerdi “(O çağda Arap toplumunun çok bozuşmuş olmasından dolayı, (tüm âlemlere hitaben) anlamalarını kolaylaştırmak bakımından onların dilinde oraya indirilmiştir. Bu ayetteki mesaj herkesin kendi dilinde okuyabileceği anlamındadır.) Yüce aydın Atatürk bu durumun hassasiyetini fark etmiş olmalı ki Elmalı Hamdi’ye, kutsal Kuran’ı ana dilimiz olan Türkçeye çevirmesi talimatını vermiş ve dinimizin doğru anlaşılmasını sağlamıştır.
“Sevap ancak Kuran’ı Arapça okumakla elde edilir” diyenlere sormalı: Kuran’ı hiçbir mana aramaksızın, bilmediği, anlamadığı bir dilde (Arapça) okuması mı sevap kazandırır? Yoksa kendi ana dilinde, gerektiğinde tefsirlerdeki geniş açıklamalara bakarak anlayıp öğrenerek Allah’a gerçek kulluk yapması mı? Bu sorulara karşın, din hükümdarları bu kez “Arapça dünyanın en zengin lügatine sahiptir, bu nedenle kelimeler geniş anlamlar içerir, çevirilerde ise anlam kaybına uğrar sevabı da olmaz” diyeceklerdir.
Hâlbuki yüce kitap Kuran’ın çevirilerdeki verileri, yeryüzünde bulunan sade kulların yüzde doksan sekizinin bilgilenmesi açısından yeterli seviyededir. Kuran’ın daha geniş anlamları ise, yüzde doksan sekizden geriye kalan, yüzde ikilik bir gruba gereklidir ki, bunlar âlimler ve bilim adamlarıdır.
Bu iki ayrı uçta bulunan zekâ seviyesi yüksek bilginler, Kuran’ın bilimsel ayetlerindeki geniş anlamlarını, koordineli çalışmalarla yürütürlerse, insanlığa ışık tutacak yeni buluşlar, elde edebilir, yeni keşiflere yelken açabileceklerdir. Zira yüce kitabın dörtte bir kısmı bilimle ilgili ayetlerle doludur. Ayrıca astroloji ve felsefecileri de bu yüzde ikilik gruba dâhil etmek gerekir.
Bu durumu mantık süzgecinden geçirmek gerekirse; Kuran’ın “âlemlere” yollandığı ayetlerle sabitken, Arapça okuma dayatıldığında, tüm dünya milletlerine de Arap dili bilme zorunluluğu doğacaktır ki, buna her bireyin ne parası, ne zamanı, ne de şartları el verecektir. Peki, Kuran’ı kendi dilimizde okuyamasaydık Allah’ın bize ne dediğini nasıl anlayacaktık? Bize neleri haber verdiğini yahut doğruluk üzerinde olup olmadığımızı nasıl bilecektik? Sevgili Ata’mızın bu ülkeye yüzlerce önemli hizmetinden birini burada vurgulamaktan onur duydum. Eğer Kur’an Türkçe ’ye çevrilmemiş olsaydı, yazdığım bu kitap ortaya çıkmayacaktı. Bunu yüce Ata’ma borçluyum. Rabbimin nurunun onu kuşattığı muhakkaktır. Işıklar içinde uyusun…
En Derin Saygılarımla
Nur Gökırmaklı
ÖNSÖZ
İnsan! Tanrı’nın en büyük eseri!
Renginin, dininin ve ülkesinin farklı olması, birinin adının Peter, diğerinin Yusuf ya da Yasef olması, birinin Meryem, ötekinin Marya olması neyi değiştirir ki? O tek atamızın batıdaki adı “Adam”, doğudaki adı Âdem değil midir? Ve Âdem’in çocuklarının öyküleri ayrı ayrı olsa da, arayışları hep aynı değil midir? Doğdukları ülkelerin şartları içinde, inançları, yaşam biçimleri ve görüşleri ne olursa olsun, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsunlar, şayet Âdem’in çocuklarıysa, bizim de öz kardeşlerimizdir. Onları da sevgiyle kucaklamayı unutmamalıyız. Sahnelerin, kostümlerin ve oyunların çokluğu ve çeşitliliği, mimarının sonsuz zekâsından ve zenginliğindendir. Bu nedenle yazınları kurgularken, felsefeyle edebiyatı, ruhla maddeyi, Yaratıcı ile sonsuzluğu, insanın var oluş gayesiyle harmanlayarak Âdem’in çocuklarıyla buluşturdum. Bu yazınları kurgularken anlatan kişi olmak yerine, olayın kahramanı olma rolü-nü üstlendim. Amacım, yazarken yakalayacağım sıcak anlatımın ısıtıcı enerjisini okurlara ulaştırabilmekti.
Teknoloji ile başlayan sanal iletişimler ve ilişkiler (Çoğunluğun doğru manada kullanmayı beceremediği) gençlerimizi gün geçtikçe iç dünyalarında, yalnızlığa ve mutsuzluğa sürüklemektedir. Oysaki insan sesindeki müzikal tınının ruhumuza yaptığı terapiyi ve dokunuşların sıcaklığındaki mutluluğu, bakışmaların yaydığı tanrısal ışıkla beraber, ruhsal alışverişi küçümsememek gerektiği kanısındayım. Neyi unutursak unutalım önemi yok.
Yeter ki insan olduğumuzu unutmayalım.
İnsan; Tanrı’nın en büyük eseri! …
Gizli Yüz
“Öldükten sonra, ölüler diyarında beklenildiği (berzah) mi, yoksa dünyaya yeniden aynı fiziksel biçimde ve aynı hafıza, aynı zekâ ile birçok kez gelindiği mi ?” Sorusu, çağlar boyu tartışıla gelmiş ve konuyla ilgili birçok kitaplar yazılmış ne yazık ki varsayımlardan öteye de geçememiştir. Oy-saki Allah gönderdiği kutsal kitap Kuran’ın birçok ayetle-rinde ölümden sonra asla geri dönülemeyeceğini belirtmiş-tir: “Onlardan her birine ölüm geldiği vakit “Rabbim beni dünyaya geri gönder, ömrüme karşılık iyi iş ve davranışlarda bulunayım “ der. Hayır, bu boş laftır. Onların önlerinde, kıyamet günü dirilip kalkacakları güne kadar, geri dönmekten alı koyan bir engel vardır.” (mezar) (23: 99-100) Buna rağmen, hummalı bir sırmış gibi, yeniden doğuş (Reenkarnasyon) konusu güncelliğini sürdürmeye devam etmektedir.
Hâlbuki insan evrimleşme potansiyeli ile yaratıldığından, aynı kalıp, (elbise) aynı hafıza ve zekâ ile yeniden doğması söz konusu bile olamaz. Bir meyvenin olgunluğa erişip, tohum verecek duruma gelince dalından düşmesi gibi, insan da dünyanın devinimini sürdürmek ve hayata bir tohum bırakarak yaşama veda eder ve geldiği kaynağa geri döner. Peki, “Bir insanda ortalama yaş sınırı altmış beş, yetmiş yıl iken, tekâmül sürecini ya da evrimini bu kadar kısa süre içinde tamamlayabiliyor mu ve hayata, madde ve mana bakımından bir tohum bırakabiliyor mu?” sorusu çıkar karşımıza. “Çok küçük yaşlarda ölenler düşünüldüğünde, evrimleşme ve tekâmül süreci kısa sürede nasıl tamamlanır?” “Bu durum adil midir?” sorularıyla karşılaşılır. Öyle ya, yedi yaşında ölen bir çocuk bu küçük zaman diliminde nasıl evrimleşebilir? Bilge veya olgun bir kişi olabilir ya da hayata bir tohum bırakabilir? Peki, doğuştan ayakları olmayan veya gözleri kör olan birisinin suçu neydi? “Yaratıcının adaleti ve tasarrufu nasıl işler?” soruları hep sorulmuştur ve sorulacaktır. Aslında Yaratıcının şaşmaz adaleti başka biçimlerde, mutlak ve mutlak tezahür etmektedir. Belki de bunu biz göremiyoruz. Öyleyse gelin, Yaratıcının adalet kavramına ve insanın evrimleşme akışına bir öyküyle giriş yaparak hep birlikte farklı bir pencereden bakalım. Bakarken hem Yaratıcının adil olduğunu, hem de insanın tekâmül sürecini mutlaka tamamladığını görürüz belki de:
Örnek Öykü:
Ömrünün baharına henüz ulaşan on altı yaşındaki genç kız, çaresiz bir hastalığa yenik düşerek hayata veda etti. Annesi acılı ağıtlar yakılıyordu. On beş gün sonra güç bulup kızının kabrini ziyarete gittiğinde, gördükleri onu şaşkına çevirdi. Bu kadar kısa bir zamanda mezarın üzerini neredeyse çimen sıklığında kırmızı gelinciklerin kapladığını görünce, ağlayarak söylenmeye başladı.
“Bebeğim, gelinciğim, Hayata doyamamışken, neden bu kadar erkenden çekip gittin?” Derinden bir ses geldi. “An-ne! Anneciğim, neden boş yere ağlıyorsun? Zamanın sonsuzluğunda hayat bana doyacak, ben de hayata.”
Annesi bu ağıtlar içinde kızının sesini duyamamıştı. Bir süre sonra kabristandan ayrılıp eve döndü. Aradan az bir zaman geçmişti ki, kabristan yakınlarındaki bir merada, kurt saldırısından kaçışıp dağılan koyunlar, kızın kabrine kadar ulaşıp, toprağının üzerinde büyüyen gelincikleri ye-meye başladılar. Gelincikler bitinceye kadar yediler. Kısa bir süre sonra da çoban kabristana gelerek, koyunlarını toparlayıp ağıllarına doğru sürüp götürdü. Güneş batmış, hava kararmış, koyunların sütlerinin sağılma zamanı gelmişti. Koyunlar evin hanımı tarafından, itinayla birer birer sağıldı ve bütün sütler bir kazanda toplandı, daha sonra taşınabilir kaplara bölündü. Çiftliğin kâhyasına teslim edildi. Kâhya taşıma aracının kasasına yerleştirdiği sütleri satmak üzere köyün yakınındaki toplu konutlara doğru yola çıktı. Şehrin yoğun apartman dairelerinde anneler çocukları için süt aldı-ar, pişirip onları beslediler. Genç kızın beden nektarı hayata hizmetini sürdürürken, kendisi de başka bir biçimde yeni bedenlerde, yeniden hayat buluyordu.
“Bu hikâyeyi biraz açalım: Buradaki akış, ilahi adaletin, ölümle, tüm bedenlere eşit ve adil davrandığını göstermektedir, hatta kâinattaki tüm canlılara kadar. Gelelim beden içindeki yaşam enerjisine. Madde enerjinin yoğunlaşmış halidir ve tekrar çözülüp enerjiye dönme kabiliyetine sahiptir, o hep vardır, hiçbir şekilde yok olmaz. Bu nedenle enerji durağan değildir. Daima dönüşüm halindedir. Örnek: Töz iken meni, kan pıhtısı, sonra giderek bedenleşip bebeklik dönemi, doğup gelişime süreci, yaşlanıp ölerek, toprağa düşmesi, toprağın bedeni öğütüp, mineral, bitki vs. olarak yeniden doğurması, hayvanların bu bitkileri yiyerek gelişmesi, et süt meyve sebze olarak yine insana dönmesi ve onu büyütüp geliştirme süreci. Bu devinim sonsuza dek sürer gider. Sadece insan bedeni mi? Tabii ki hayır! Bunu doğanın her noktasında görmek mümkündür. Ağaç baharda yeşerir, büyür ve meyve verir, sonbaharda yaprakları dökülür, gazel olup çürür, bu çürük yapraklar yine o ağaca gübre olup, onu yenibaharlar için besler ve yeniden yeşer-tir. Fakat hiçbir yaprak ya da meyve bir mevsim öncesi yaprağa ve meyveye benzemez.(Tıpkı insanlar gibi) Yaratıcının madde üzerindeki adaleti de yerli yerinde işlemiş olur.
Birkaç batılı felsefeci, varoluş felsefesini, İslam felsefesine çok benzer bir anlatımla açmıştır. Denilmiştir ki: “Cevher tektir, kendi içinde ikiye bölünmüştür. “ruh cevheri, madde cevheri” Ne, madde, ruh olmadan kendini ispat edebilir ne de ruh, madde olmadan kendini ispat edebilir. Ayrılık için-de tek bir cevherdir. Ancak önemli olan yer kaplamayandır” Kuran ayeti bu cümleyi tasdikler “Hiç Yaratan, yaratamayana benzer mi? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?
(Nahl 17) Önemli olan yer kaplamayandır denmesi bundandır. Çünkü “RUH” hava gibi şeffaftır, bu nedenle yer kaplamaz, ayrıca da yaratma kabiliyetine sahiptir. Kısaca, beden de “O” dur “Ruh” da “O” dur, dense de, Tanrı, madde olan tarafına yaratma yetkisini vermediğinden, “Ben oyum” demek, Allah muhafaza şirk olur. Bununla birlikte, ruh şeffaf olduğu için görünmediğinden, varlığını is-pat edemeyiz. Beden ise toprak bir çanaktır yahut elbisedir, içine ruh (can) girmezse, hareket edemeyeceğinden o da kendini ispat edemez. Yani, biri ötekini giyindiğinde tekleşir, ilk durumuna döner. Kısaca mutasavvıfların dediği gibi “hiçbir şey yoktur, yalnız o vardır” Buradan da şu çıkıyor ki, Allah kulunun uzuvlarını kullanarak, onlar aracılığıyla yeni yeni icatlar yaparak, zekâları genişletirken, bedenin işlev bakımından evrimleşmesini de sağlar “O” her an bir şandadır“ (55: 29) ayeti bunu belirtir. Yani her an yeni bir yaratma işinde, geliştirme işinde olduğunu ifade eder. “Biz size şah damarlarınızdan daha yakınız.“ (50: 16) ayetinde ise, Ruh ve Madde cevherinin bütünlük içinde olduğunu, açıkça belirtir.
Yunus Emre kudret dilini gıyaben konuşturup muhteşem bir rubaiyle bu konuya ışık tutmuştur. / “Ete kemiğe büründüm/ Yunus diye göründüm./ (Yunus Divanı)”
Esasen kâinatın tamamı yaratıcının görünen madde tarafıdır. Görülemeyen tarafı ise hava gibi şeffaftır. (Ruh-yaşam enerjisi) “O” zaten her an her yerde hazır durmaktadır. Yani hem madde de içkindir, hem maddenin dışındadır. Doğumlarla dünyaya gelen yeni bedenler ise, yeni modeller-deki elbiselerdir “O”, hep hazırda duran enerjinin (kutsal ruhun) giyineceği elbiseler... Çünkü insan sürekli gelişme ve evrimleşme halinde olduğu için her seferinde gelen be-den, yeni bir biçim, farklı fıtrat ve gelişmiş bir zekâya bürünerek gelir. Aksi takdirde insanlık gelişip evrimini tamamlayamaz. Bu nedenledir ki, hiçbir insanın parmak izi diğerine benzemez.
Farklı bir örnekleme daha yaparsak: Bedeni bir otomobil gibi düşünelim, uzun yıllar kullandığınızda yıpranır, bozuşur ve sizi gideceğiniz menzile taşıyamaz olur ve siz de bu otomobili hurdalığa bırakır, sıfır bir otomobil alırsınız ki, daha uzaklara varmamız kolaylaşsın. İşte insanlar da Yaratıcı enerjinin otomobili gibidir. Nitekim Kuran’da bunu kesin bir dille ifade etmiştir. <<İlk yaratılıştan yorulduk mu ki, Yeni bir elbiseyle halk olunuştan kuşkulandılar.” (50: 15) ve yine <Kısaca aynı bedenler sürekli dünyaya yeniden gelip gitseydi eğer, evrimleşme de asla gerçekleşemezdi. Kim bilir gelecek asırlarda Yaradan, bizim beden dediğimiz elbiseyi giyinip uzuvlarımızı kullanarak, daha neler, neler icat edecek-tir. Öyle ya, yüz yıl önceki teknolojiyi, bugünkü ile karşılaştıracak olursak hayrette kalırız. Atmosfere giden füzeleri, aya giden astronotları, elektriğin bulunuşu, bilgisayar ve daha nice teknolojik icatlar, buluşlar, sürekli genişlemekte olan zekânın ürünü olabilir ancak. İşte asırlardır tartışılıp durulan reenkarnasyonun iç yüzü budur. (Yaratan daha iyi bilir.)
Yine de akıllara şöyle bir soru gelebilir, “ Peki ya genç ve çocuk ölümleri niçin? Aşağıda bu soruya ışık tutan “AN-LAM” isimli öyküyle cevaplamak, sanırım konuyu daha derinlere taşımamıza yardım edecektir.
ANLAM
Bu sabah geçerken koruluğun içinden, bembeyaz bir çiçek, sessizce yüzüme bakıyordu.
Aniden yüreğim coşkuyla kabardı. “Allah’ım bu nasıl bir güzellik!” dedim seslice.
Sordum çiçeğe;
“Adın ne?”
“Papatya, ” dedi.
“Renklerini oluşturan nedir?”
“Rengimin rengi sevgidir” dedi.
Tekrar sordum ona,
“Ben de senin gibi renklenebilir miyim, güzel kokular saçarak?”
“Elbette; doluysa içindeki sevgi kabın, ikram ediyorsan tüm canlılara, boşalan sevginin yerine renkler dolacak, mutsuzluğun mutluluğa, karanlığın ışığa yol bulacak.”
Tekrar sordum ona,
“Peki, senin ömrün neden bu kadar kısa.”
Cevap verdi bana papatya:
“Zamanı geldiğinde vermem gerekeni veriyorum ya!
Böceğe, arıya, havaya, doğaya ve sana.”
“Bana mı?”
“Evet; baktığında bana coşkuyla dolmadı mı yüreğin?
Gözlerin almadı mı hazzını?
Üstelik yenibahara da bıraktım tohumumu,
Uzun yaşamak değil ki bu hayatın anlamı!
Hayatın Çocukları
Kederli bir keman müziği eşliğinde kristal kadehteki bordo renkli Fransız şarabını yudumlarken, aniden elinden kayıp giden kadeh, beton zemine düştü ve şarap, beyaz pantolon paçalarım dâhil, her yere dağıldı. Nora’yı hiç böyle dalgın görmemiştim. Ellerinin titrediğine ilk kez şahit oluyordum. Uzun öğrencilik yıllarımız birlikte geçmiş, onu çok iyi tanımıştım. Dile getireceği, ya da düşündüğü her şeyi bakışlarından okuyabilirdim. Bu kez bakışları derin bir yarayı yaşadığını anlatıyordu. Dostluğumuz ne kadar eskimiş olsa da ona olan gizli aşkım derinlerde bir yerlerde hep duru-yordu. Onun azıcık üzülmesine dahi dayanamıyordum. Pantolon paçalarım kırmızıya dönünce çok üzüldü, ıslak bezle temizlemeye çalışmasının bile boşa çaba olduğunu bilemeyecek kadar dalgındı. Paçalarımı silmeye çabalarken eğilip kollarından tutarak kaldırdım, ellerim omuzlarına değdiğinde içindeki acının bedeninde nasıl bir sarsıntı yap-tığını hissetmemek mümkün değildi. Gözlerimi gözlerine dikerek “ Bu halin ne? Dört ay önce İngiltere’ye gitmeden sana geldiğimde, neşe dolu şen kahkahalarla sağa sola sıçrayıp duran o serçe sen değil miydin yoksa? “ dedim, bana cevap vermemişti. Oysa Nora güçlü bir kişiliğe sahipti, onu hayatın zorlukları asla ağlatamazdı. Belli ki bu bir aşk hikâyesinin yara almış yönüydü. Birilerinin onu ağlatmasana katlanmak çok zordu.” Ne oldu da bu haldesin konuş!” dedim. Gözündeki o masum incileri yüreğinin derin bir yerine göndermek istercesine göz kapaklarını yere indirdi. Konuşmak istemeyecek kadar tükenmiş görünüyordu. Uzun yıllar olduğu gibi yine duygularımı gizleyerek, şefkatimi ve dostluğumu öne çıkarıp ona güç vermeliydim. Her şeyden önce o benim çocukluk yıllarımdan bu güne en değerli ve en anlamlı dostumdu. Onu bir kardeş şefkatiyle kendime çekerek sarıldım. “Başını omzuma koy, seni öl-dürmeye yeltenen zehre dönüşmüş gözyaşlarını koy ver gitsinler; sonra anlatırsın neler olduğunu ” dedim. Nora birden hıçkırarak ağlamaya başladı, dakikalarca onun ağ-lamasına seyirci kalmak canımı yakıyordu. Sırtını sıvazlayarak ona güç vermeğe çalıştım. Ama hayat hangimizi ağlatmadı ki? O gözyaşları değil midir ki aktıkça ruhumuzu yıkayıp temizleyen, Parıldatan, güçlendiren ve öz benimizle bizi buluşmaya hazırlayan. Her damlası yaralara sürülen bir merhem gibi, ruhu güçlendirmeye muktedir bu yaşlar, hangi matematiksel kimyanın nektarıdır kim bilir, zaten evren-de matematiksiz ne var ki gözyaşı da hesapsız olsun. Nora’yı iyileştirecek tek şey içinde biriken zehri gözyaşıyla dışarı atmasıydı. Sonrasında bu yaşların merheme dönüşeceğini biliyordum. Nihayet bir süre sora sakinleşti. Mutfağın-da daima doğal çay ve bitkiler bulunduran dostuma rahat-laması için bir bitki çayı hazırladım. Ona iyi geleceğini bili-yordum. İçirdiğim çay iyice sakinleşmesine yardımcı olmuş-tu. Ama gözlerindeki kederi gizleyemeyecek kadar güçsüz görünüyordu. Dostluk sesimi takınarak sormaya başladım. “Benim bu ele avuca sığmaz tatlı arkadaşımı hangi madrabaz üzmüş bakayım hadi anlat, yirmi yıllık dostun seni dinlemek için burada. Anlatmazsan bu evden bir ay çıkmaya-cağım” dedim, bitkin olduğu sesine bile yansımıştı, cılız ve titrek bir sesle konuşmaya başladı. “ Ah dostum ah, neler oldu neler” diyerek göz kapaklarını yere indirdi. Ve derin bir iç çekişten sonra devam etti. “ Onu ilk gördüğümde yüreğime son cemre düşmüş gibi gözlerinde ki ateşlerde ısınmıştım. Bir mıknatıs gibi çekiyordu beni, yarattığım bahanelerle ona yakın olmanın yollarını buluyordum illaki. Her şeyin bilincinde olan ve yaşama Tanrı’nın ışığıyla bakan, hayatı kendi ruhunun ışığıyla dolduran, iyi yürekli biri olarak tanımıştım onu ve aramızdaki çekim kısa sürede aş-ka dönüşmüştü, tutkulu bir aşkı umarsızca yaşıyorduk. Bir tek günümüz ayrı geçmezken, ilerleyen zamanda giderek başkalaşım geçirmeye başladı. Ne yazık ki bu coşkum çok uzun sürmedi dostum. Ben sadece ruhunun bana dönük olan aydınlık tarafını görmüştüm meğer. Zamanın bizi sürüklediği yolculukta yan yana yürürken giderek ruhunun öteki yanını da yani karanlıkta kalmış yüzünü de görmeye başladım.
Duygularımın cennetine oturttuğum, fiziki görkemiyle kalbimi çalan bu adam, ne yazık ki garip kişiliğinin gelgitleriyle yüreğimdeki okyanusların derinliğini bozdu. Çalkantılarım içimdeki bulanıklığı yaşıyor şimdi. Onu gördüğüm ilk anda “İşte” dedim “Benim seveceğim insan ve beni sevecek olan.” Sonraları onu daha yakından tanımaya başladığımda ise, “İşte budur benim ruh ikizim” demiştim, böylesi bir mutlulukla hayatın karşısına ölüm gibi dikilebilirim artık diyordum. Gel gör ki birkaç ay sora yabancı biriyle oturduğumu fark ettim, ilk karşılaşmamızda onun gözlerinde bana aşk ve güven veren, beni ısıtan o bakışlar hangi ruhun geçici misafirliğiydi peki? Hangi esrarlı plandı, o alıcı bakışlarla beni girdabına çeken? Aynı gözler nasıl olur da ihanet aleviyle yanar, yaralı bir serçeyi yakalayan ve aç bir akbaba gibi paramparça ettikten sonra uçup giden o adam kimdi? Zavallı kalbimin feryadını yer gök duydu, nasıl olur sevdiğim kalp bunu hissedemez, ilk tanıştığımızda beni sevgisiyle boğan bu adam nasıl olurda dört ay sonra beni hayatın ortasında tek başına koyar da gider! Son günlerde bir infazcı gibi karanlık yüzünü çıkaran bu adam etrafımda dolanıp durdu Tarık! Karnımda taşıdığım bebeğimizi ona açıklayamadım bile, bu tavrı anlaşılır nitelikte değil. Şimdi bu masum bebek nasıl bir dünyaya doğacak? Bu kirli dünyada bu yavrucak kime “Baba” diyecek? Söyle bana dostum, söyle! İnsan akıllı bir varlık iken, düşüncelerinden dahi sorumluyken, davranışlarından sorumlu sayılmaz mı? Görüyor-sun ki dostum mutsuzluğumun nedeni o kadar da basit değil. Hayatın karanlık yüzüne mağlup oldum. Fırtınanın kırdığı bir dal gibi yere düştüm. Şimdi soğuk bir kış günü, boşluklarda uçarak sığınacak bir yer arayan akşam kuşları gibiyim.”
Bu acı hikâyeyi içimde aşkını taşıdığım kadından dinlemek benim için ne zor bir sınavdı. Uzun bir suskunluktan sonra Nora çayını yudumlarken gözlerine baktım.
Bir cellâdın infaz için boynuna doladığı urgandan sıyrılmış gibi rahat nefes alıyordu. Konuşmanın ona iyi geleceğini biliyordum. Kederli yüzü biraz olsun renklenmişti. Okşayıcı bir sesle dedim ki “ Sen ki hayatın özünü kavramış birisin Nora! Bilmez misin ki sevinç de keder de hep yan yana ge-zer, ölümle yaşam gibi. Bilmez misin ki ruhu acılardan başka bir öğretmen eğitemez. Sevdiğin adama biraz ön yargılı bakmıyor musun? Yaratılışta her şeyin bir tarafı bilinmezlikle sarmalanmamış mı? Dünyanın bir tarafı aydınlıkken bir tarafı karanlıkta kalmıyor mu? Ay’ın bir tarafı karanlıkken bir tarafı aydınlık değil mi? Kışın zemheri soğuğunun yanında Temmuz’un sıcağı ne peki? Buzullara karşı ekvator yok mudur? Geceye karşı gündüze ne demeli? Kâinatta gördüğün maddelerin ruh tarafını görüyor musun? Ve işte geldim insana, kötü ve iyi hasletleriyle insan aslında küçük bir evren değil midir? Ve değişken huylarıyla evrenin bir benzeri değil mi ki? Bunları bilmene rağmen giden sevgili-ne kızgın ve kırgınsın. Ama seni anlayabiliyorum Nora acın henüz çok yeni, hasreti taşıyamama korkusu ve yalnız kalma öfkesidir bu isyan. Sabır Nora sabır, elbet geçecek bu yoğun acı, o da devinimini tamamlayacak her şey gibi. Bebeğine gelince! Bilmez misin ki fırtınalar yağmuru taşır, yağmurlar ise yenibaharlara gonca büyütür. Yaşamın cilveleri, Tanrı’nın iradesidir dostum. O’nun tek gayesi insan neslinin sürmesidir dünyada. Bizler Tanrı için geleceğin tohum taşıyıcılarıyız. Zaman, ne senin ne de benim sevincimiz veya kederimiz ile ilgilenmez. Acılarımızın da gayesi vardır elbet. Bizi öğüterek saf ışık olmaya hazırlayan, acı ve sıkıntılarımız Tanrı için, bizlere verilen birer armağanlardır”
Ben bunları sayıp dökerken Nora’yı bir öksürük krizi tuttu, biraz su içirdim, alaycı bir gülüşle yüzüme baktı ve “Demek Tanrı’nın bize verdiği armağanlar ha! Fakat çok tuhaf armağanlar değil mi sence? ” Dedi. Gülümseyerek ellerinden tutup “Şu koltuğa otur, şimdi söyleyeceklerimi dikkatle dinle Nora” dedim. Sesimdeki değişen tonun farkında değildim, ama Nora fark etmişti, şaşkın, sabırsız, sorularla dolu bir bakışla yüzümü baktı, artık zamanı gelmişti, bu gizli aşkımın dostluk duvarının altında daha fazla ezilmesi-ne izin vermeyecektim. Elleri henüz avuçlarımda ve gözleri gözlerime takılmışken konuya girdim.
“Bak, sevgili Nora! Büyütmek ise bebeği tek tasan, işte buradayım! Yanı başında. Dilersen gözlerimin derinliklerinde sakladığım şarabı kadehlere döküp sana vereyim. Sana kilitlidir bu yürek. Yıllarca dostluğumuzun başlangıcına dönemedim Nora, sana söyleyemedim. Sen hep başkalarını severken, ben daima içimde gizlice seni sevdim. Seni her görüşümde ışıklı bir göktaşı düştü içime, kocaman oyuklar açtı yüreğimde. Susarak sabır denizine dönsem de, sensiz dalamıyorum derinliklerime. Aç bana kalbini artık Nora aç! Kar beyaz güller doldurayım içine. Bana hayır deme. Bana git deme, git dersen bu kez kalbinin taş basamaklarında öleceğim.”
Henüz sözlerim bitmemişti, Nora avuçlarımın içinde tuttuğum ellerini birden geri çekti, arkasını dönerek pencereye doğru yürüdü. Tek bir kelime etmeden uzun uzun dışarıyı seyrediyordu. Donmuş bir buz parçası gibi salonun orta ye-rinde öylece kalakaldım. Uzun yıllar boyunca içimde biriktirdiğim ve kalbimin en derin dehlizlerinde gizlediğim, sözcüklerin yol bulup birden dışarıya çıkması, Nora’dan çok beni şaşırtmıştı. Hassas adımlarla yürüdüm, arkası dönük olan Nora’nın omzuna dokunarak yumuşak bir sesle ” Hiçbir şey söylemeyecek misin Nora ” dedim. Yüzünü bana dönerek, iri yaş damlalarıyla, gözlerini gözlerime dikti, göz bebeklerimin ta içine, en derinlerine inmek ister gibi kirpiğini kırpmadan bakıyordu, bu keskin bakışlar beynimde bir okyanus uğultusuna dönüşüyordu. Allak bullak oldum, ilk kez Nora’nın gözlerine bakarken ne dediğini anlayamıyor-um. Gecelerin derin iç çekişleri gibi bir ses çıkararak bir adım daha bana sokuldu ve elleriyle yüzümü avuçlarının içine alarak;
“Dostum! Bu çok eski, ama hiç eskimeyen dostluğunu her zamanki gibi tüm vefasıyla yine sundun bana! Senin bu ve-fanı istismar edemeyecek kadar duyarlı olduğumu bilmez misin ki, bebek için böyle bir fedakârlığa kalkarsın. Yapma dostum! Baba olmadan babalık sorumluluğu altına girmene gönlüm asla razı olamaz. Sırf ben mutlu olayım diye bu kadar büyük bir özveride bulunma isteğin ve zarif bir yaklaşımla açıklaman bile, yeryüzünde ki dostlukların en muhteşemidir elbet. Lakin hayatımın hatalarına seni ortak edemem. Bu adilce bir davranış, olmaz! Beni bunca zaman tüm haylazlıklarıma rağmen sevmen, duygularını içine gömüp, dostluğunu benden esirgemeyerek yanımda olman, seni ye-terince yormuş olmalı zaten. Geriye kalan hayatını ise be-nim hatalarımı tamir etmekle geçirmene gönlüm razı olmaz. İçimdeki kederli aşkın sancısıyla senin yüreğine nasıl konuk olabilirim Tarık? Ben senin yüreğine, sana ait olan sevdayla gelmek isterim ” dedikten sora bahçeye doğru dönerek bir iki adım attı, belli ki ağlıyordu. Gözyaşlarını saklamak için yürümeye devam ediyordu. Birden hiddetlendim ve hızlı adımlarla yanına gittim sert bir tavırla omzundan yakalayıp kendime doğru çekerek gözlerine baktım.
“Yüzüme bak Nora yüzüme! Dikkatlice Bak! Biz seninle ha-yat hakkında ne uzun, ne mantıklı tartışmalar yapardık, fa-kat görüyorum ki hepsini unutmuşsun. Şu an sana duyduğum aşkın da, senin içinde bulunduğun mutsuzluğunda hiçbir önemi yoktur, anlasana! Şu an önemli olan tek şey, fırtınanın tarlaya bıraktığı tohumu çürümeye bırakmamak-tır. Bağbanın bağcıya bahşettiği tohuma bahçıvan mı olmak istersin, yoksa zararlı böceklerin kurtların, kuşların tohumu telef etmesine seyirci mi olmak? İkimizin de çektiği acıların hiçbir önemi yoktur Nora, hele gururun hiçbir önemi ol-mamalıdır. Bu tohum bence ikimize bahşedildi. Onu tarlada çürümeye bırakamayız. Bizim ikimizin birlikte hayata yapa-cağı katkı tam da bu noktada mevcuttur. Benim baba olma şansım yoktur Nora. ” dediğimde birden irkilen Nora gözlerime nedenini soran bakışlarını yolladı. “ Geçirdiğim ateş-li bir hastalık sonucunda babalık şansı tamamen kaybettim, üstelikte senin aşkını içimde taşıdığım için hiçbir zaman evlenmeyi de düşünmüyordum ama Tanrı, bu çocuğa baba olmamı ister gibi seni bana böyle bir halde gösterdi. Bak Nora, ben kendi çocuğum olmayacak diye hiçbir zaman takıntı, üzüntü etmedim bunu. Hayatın bütün çocukları bizlerindir zaten çocuğu dünyaya getirmekten çok ona bakıp büyütmek, emek vermek, eğitimi psikolojisi ile sağlam bir tohum elde etmek, biz büyüklerin işi bu değil mi Nora! Toplumdaki her bilinçli bireyin asıl görevi bu olmalıdır. Bu dünyaya gelişimizin amacı bu noktalarda saklıdır. Tanrı’nın bizlerden beklediği erdem bunlardır. Bunca zaman sana iti-raf edemediğim aşkımı açıklama zamanı şimdiymiş demek. Bütün bu garip oluşum ve tesadüflerin organizasyoncuları üst, yani tinsel platformdur Nora bundan hiç kuşkun olma-sın.” dedim. Kendi bildiği doğruları hatırlamışçasına gözleriyle “Haklısın.” der gibiydi.
Fransa’daki panele yetişmem gerekiyordu ve oradaki işlerimi de toparlamak için bir kaç ay ondan uzakta kalacaktım. Konuştuklarımızın analizini yapması için, bu seyahat ikimiz içinde iyi bir zamanlamaydı. Göz ucuyla Nora’ya baktım, biraz olsun kendisini toparladığı her halinden belliydi. Şimdi ondan daha rahat ayrılabilecektim. Yine ellerini tutarak her zamankinden daha müşfik bir sesle “ Yarın Fransa’da olmam gerekiyor Nora! Panellerim beni bir süre sen-den uzaklara atacak. Beş ay sora döneceyim, doğuma yakın burada olurum, yalnız olmadığını bilmeni istiyorum her türlü telaşında yanında bulunacağım, rahat ol. Ha! Söyle-meyi unuttum! Dönünce de Büyük Ada da dedemin bana bıraktığı eve yerleşeceğim. Ben burada yokken bütün bu konuşmalarımız üzerinde uzunca düşünme fırsatın olacak, unutma Nora ben sana aşığım! Yapmak istediğim fedakârlık değil, sana olan tutkumdur. Fakat unutmamak gerekir ki, aşktan daha önemlisi bebeğin mutlu büyümesidir. Yine de kararlarına hangi yönde olursa olsun saygı duyacağım” derken ona biraz daha yaklaşarak alnından öpüp veda et-tim ve arkama bakmadan hızla oradan ayrıldım. Biraz daha duracak olursam Nora’yı sımsıkı sararak öpeceğimi hisset-tim. Bu hatamdan sonra beni hiç affetmeyebilirdi. Zira Nora çok gururluydu. Onun acılarından yararlandığımı düşünmesini istemezdim. Yüreğimde taşınamaz bir yük olan bu aşkı itiraf etmem bana kendimi tüy kadar hafif hissettiriyordu artık. Fransa’ya indiğimde hava yağmurluydu, hatta biraz üşüdüm. O düşünce karmaşası, heyecan içinde pardösümü Nora da unutmuştum. Aslında unutmam iyi de oldu, belki de Nora’nın gözüne her iliştiğinde söylediklerimi anımsayarak kendini güvende hissetmesini sağlayacaktı. Beş ay kısa sürdü. Meşguliyetlerimin yoğunluğu, geçen zamanın uzunluğunu hatırlatmamış, beş ay sona ermiş, Fransa’daki işlerim bitmişti. İstanbul’a dönme zamanım yaklaşıyordu. Nora’dan alacağım cevap beni ürpertiyordu, ya bana “Hayır” derse? Bunu duymak sanırım aşkımı gizlemekten daha acıtıcı olacaktı.
Nora Yahudi ırkının kültür düzeyi yüksek ailelerden bir profesörün tek kızıydı. Alman Nazi ayaklanmalarında, A. Hitler’in faşist zulmü sayısız Yahudi’yi katletmiş, onları canlarından bezdirmişti. O dönem Heidelberg Üniversite-sinde, kanser üzerine bilimsel çalışmalar yapan babası, göz hapsine alındığında, sonrasında neler olabileceğini tahmin edince, bir yolunu bulup, kızı ve eşiyle Türkiye’ye kaçmış ve İstanbul’a yerleşmişlerdi. Ne yazık ki birkaç yıl sonra da talihsiz bir trafik kazasında her ikisini de kaybeden Nora 18 yaşında tek başına kalmıştı. Buna rağmen güçlü bir kişilik sergilemenin yanı sıra, yoğun gayretiyle iyi bir üniversite bitirmiş, iş yaşamına atılmıştı. Kısa sürede birçok başarı-ya imza atarak kariyerinin son basamağına yaklaşmıştı. Fa-kat uçarı yüreğiyle aşka yenik düşmüştü işte.
Gitme vakti gelmişti, nihayet yola çıktım. İstanbul burnum-da tütüyordu. Atatürk Havalimanına indiğimde kalp ritmimin hızlandığını, ruhumun allak bullak karıştığını duyumsadım. Bu tuhaf hisler olumsuz bir şeylerin habercisi gibiydi. Üç saat sonra kendimi Büyük Ada’nın dar sokaklarında buldum. Baharın gelişi, adayı yeryüzü cennetine çevirmişti yine. Hele de bu mevsimde adanın en yüksek noktasında tasında bulunan “Aya Yorgi ” kilisesine tırmanarak aşağıya bakmak, başka bir gezegenin cennetine bakar gibi hissettirirdi insana. Pembe çiçekleriyle badem ağaçlarının arasın-dan görünen sanat harikası ahşap konaklar ve yer yer yük-selen köşkler, fantastik bir dünyanın tuval üzerindeki fırça darbeleriydi sanki. Sırf bu yüzden İstanbul’dan adaya taşınan birçok ressam bilirim. Dedemin yaz akşamlarında musikişinas dostlarıyla toplandığı ve udundan çıkan nağmeler-le başka bir atmosfere bürünen bahçemin kapısından içeri girerken, içimdeki sıkıntı azalmıştı. Buradaki huzur geçmişin güzel insanlarının hatırasına ait gibiydi. “Kim bilir belki de Nora’ ve ben! Birlikte o günleri geri getirebiliriz.” diye geçti içimden. Bavullarımı içeriye bıraktım ve saate baktım İstanbul vapurun kalkmasına az bir zaman kalmıştı. Kapıyı çekerek evden hızla çıktım, bir an önce vapura yetişmeliydim. İstanbul ve Nora!.
Nora ne durumdaydı, her gördüğümde aklımı tutsak eden güzel yüzünü görmek için sabırsızlanıyordum. Onun büyüleyici gözleri, ezberime aldığım bir ayet gibi hafızamın içinden sürekli bana bakmaktaydı. Ondan ayrıldığımda bebeğin üç buçuk aylık olduğunu söylemişti doğuma çok az bir zaman kalmış demekti. Yanı başında olmalıydım bu düşünce çalkantıları içinde geçen sürenin farkında olmadan kendimi onun kapı ziline dokunurken buldum. Birkaç kere bastığım zile yanıt gelmemişti. Siteye ait bahçenin güllerini budayan bahçıvan yanıma yaklaşarak “ Bayan Nora’yı arı-yorsanız, o iki ay kadar önce evi boşalttı efendim! Başka bir yere taşındı ” dedi. “ Nereye gittiğini biliyor musunuz” dedim “Hayır efendim hiçbir bilgi bırakmadı.” Kalbim sıkışmış terlemeye başlamıştım. Oradan hemen çıkıp hızla Nora’nın iş yerine gittim, bir ay önce istifa ettiğini ve bir adres bırakmadığını belirttiklerinde, umutlarım azalmış, başım dönmüştü. Bu kocaman Metropol şehirde onu bulmak pek kolay olmayacaktı. Onu bulmanın yollarını düşünüyordum. Belli ki Nora benden kaçıyordu, sanırım benim-le bir ömrü paylaşmak istememişti, beni incitmemek için hayır demektense, ortadan kaybolmayı tercih edecek kadar da duyarlıydı. Beni istememesini kabullenebilirim belki, ama onun şu an bana her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu biliyordum. Onu mutlaka bulmalıydım, eminim ki çalkantılı düşünceleri ona bunları yaptırıyordu. Her ne olursa olsun doğum da mutlaka yanında olmalıydım. İstanbul’da bulunan bütün hastanelerin kadın doğum bölümü hekimlerine ulaşarak Nora’nın yakını olduğumu, izini kaybettiğimi ve bana ihtiyacı olabileceğini söyler, adını soyadını ve Yahudi vatandaşı olduğunu da not ettirir, bir de tele-fon numaramı bırakırsam, doğuma geldiğinde beni ararlar, diye geçirdim içimden. Hemen harekete geçtim, fakat se-vincim kısa sürdü. Bu Metropol şehrinde yüzlerce hastane-ye haber bırakmak bile bir ayımı alırdı, kaldı ki özel klinikler de ayrı bir dert. Bu fikir iyi bir çözüm değildi. Kumar gibi bir şeydi. Beni aramasını beklemekten başka çarem olmadığını anladığımda, hüzün ve özlem kalbimi ve bedenimi istila etmiş, bitkin düşmüştüm.
Çaresiz Ada’ya geri döndüm. Bir boşluğa düşmüş gibi günlerce bahçede bir başıma oturup rüzgârın ağaçlarla fısıldaşmasını dinledim. Böyle devam edersem bunalıma girmem kaçınılmazdı. Kendimi oyalayacak bir şeyler yapmalıydım. Penceresi bahçeye bakan çalışma odama geçtim. Uzun zamandan beri psikoloji üzerine yazdığım kitabımı tamamlayarak yayıma hazırlamak sanırım en akıllıca iş olacaktı. Bu olumsuz ruh halinden de çıkardım belki. Artık günlerimi sadece kitap çalışmasıyla dolduruyor, bazen de sahile inip martıları seyrediyordum. Tabii insan psikolojilerini gözlemlemek olmazsa olmazımdı, zira yazdığım kitabın konularını zenginleştirmek gerekliydi. Hayatım böyle ses-sizce akıp gidiyor, aylar geçiyordu. Ne yazık ki Nora’dan hiçbir haber gelmiyor ve iz bulamıyordum. Birkaç kez tanıdığım üç dört arkadaşıyla haber almak adına temas kur-duysam da boş bir çabaydı, benim gibi onlarla da teması kesmişti. Sanırım benim onu bu yolla bulacağımı hesap ederek böyle davranıyordu. Güzel yüzünün hayaliyle yaşıyordum. Neredeydi, nasıl geçiniyordu, bebek sağlıklı doğmuş muydu? Şu an bir yaşını geçmiş olmalı, konuşuyor muydu? Bir babası olmuş muydu, ya da öz babası geri dönmüş müydü? Adı neydi? Gözleri, Nora’nınki gibi deniz yeşili miydi? Kız mıydı? Yoksa afacan bir oğlan çocuğu mu? Sık sık bu düşünce dehlizine dalıyor, boğulmak üzereyken kendimi sahile vuruyordum. Çaresizce onun beni aramasını bekliyordum. Bebeğin doğduğu günlerde çalışma odamın penceresinden göreceğim bir yere bir sedir ağacı dikmiş-tim. Nora’nın bebeğini büyütür gibi onu büyütmeğe çalışı-yordum. Bu ağacın her gün bakımını yapıp onunla konuşu-yordum. Büyüdüğünü, gün be gün izliyordum. Aradan tam üç yıl geçmişti. Üç yıl içinde diktiğim ağacın boyu 60 santim olmuştu, İnsan gibi zor gelişen bir bitkiydi, ama artık güzel kokusu hissedilir olmuştu. Acaba Nora’nın bebeğinin boyu kaç santime ulaşmıştı.
Ondan hala bir haber yoktu. Salonun duvarlarında asılı duran fantastik tarzda çizdiğim resimlerin üzerine düşen ak-amın güneşi, hüznünü resimlere bulaştırmış gibiydi. Her birini tek tek yeniden keşfeder gibi baktım. Uzun yıllar içinde onlarca resim çizmiştim ama gönül tuvalime mutluluğun resmini çizememiştim bir türlü. Bu kederli düşüncelerin gergefinde sallanırken, ön bahçenin demir kapısının gıcırtıyla açıldığını ve duvara çarptığını duydum. Pencere-den dışarı baktım kapının önünde ticari bir fayton duru-yordu. Ve demir kapıdan top gibi zıplaya, zıplaya içeriye dalan iki ya da, üç yaşlarında altın saçlı, pembe pabuçlu bir kız çocuğu gördüm. Yanında kimse yoktu. Belli ki yan komşuların misafirleriydi, faytoncunun parasını ödemekle meşgul olan ailesi, bu yaramaz şeyin bahçelere dalmasını fark etmemiş olmalıydı. Yaramaz şey kapıyı itip daldı bahçeye gidip haber vereyim, çocuğu aramasınlar bari diyerek dışarı çıktım.
Elinde kartvizite benzer bir şey tutan bu yaramaz kız, beni görünce “Baba, babacığım” diye kollarını açarak bana doğru koşmaya başlamıştı. Aniden bacaklarıma sarıldı, şaşkındım, elinden düşürdüğü kart dikkatimi çekince eğilip aldım, bu benim dört yıl önce çektirdiğim resimdi, bu fotoğrafı “Bak, yaşlandım! ” esprisi ile Nora’ya yollamıştım. Bu sevimli kızı kucağıma aldım, sıkıca boynuma sarılarak ”Babacığım seni çok özledim” derken şaşkınlığım giderek çoğalıyordu ve işte kapıdan önce iki bavul gözüktü, bu faytoncuydu. Bavulları yere bırakarak çıktı. Ve ardından Nora girdi, kalbim duracak gibi çarpıyordu. Kapı ağzında dikilen Nora ile gözlerimiz birbirine kilitlenmiş, küçük kızın cıvıltısını duymaz olmuştuk. Uzun uzun bakıştık. Hayatın acılarla büsbütün tatlandırdığı bu muhteşem kadın, bir kadeh şarap gibi karşımda duruyordu. Ve o an içimde beyaz karanfiller açıyordu. Küçük kızı yere indirdim ve ona doğru yürüdüm birbirimize sarıldığımızda ikimizde ağlıyorduk.
Buğulu sesiyle “Sevgili Tarık! Yüreğimin zindanından bu-gün tahliye oldum. Tanrı’ya şükürler olsun ki beni bekleyen sıcak yuvamdayım şimdi” dedi. İlk kez gözlerime aşkla bakan Nora sevinçli bir sesle “ Tarık, kızımızı sana getirdim. Son bir yıldır sürekli babasını soran Mine’yi senin resimlerini göstererek avuttum. Fakat resmini eline alıp sokak kapılarında seni beklemeğe başlayınca, benim de canım fena yanmaya başladı ve bu haksızlığı ona ve sana daha fazla yapmam gerektiğini kabul ettim. Sen haklıydın Tarık! Fırtına tarladan geçerken bıraktığı tohumu çürümeye bırakmak yerine, ona bahçıvanlık yapmakmış adil olan. Üstelik bu ayrılık, adını koyamadığım duygular tanıttı bana ve tanımadığım bu duygular giderek beni yakmaya başladı. Seni çok ama çok özlüyordum. Yüreğimin en derin yerlerinde ne çok anlamın varmış meğer. Yokluğunda bunu daha iyi anladım. ‘Balık denizin içinde dolaşarak suyu ararmış derler Ben okyanusun içindeymişim meğer! Bunu anlamam çok uzun zamanımı aldı. Boşa geçen yıllar için beni affet sevgilim” derken şaşkınlığımı daha da çoğaltıyordu. Yıllarca özlemini çektiğim o kor dudaklarına dokunan dudaklarım, yasemin kokan nefesinde kendini kaybetmişti. Bu öpücüklerde saniyeler uzarken, paçamı çekiştiren kızımızın sesiyle kendimi-ze geldik. Bu altın saçlı deniz yeşili gözlü minik kızı kucağıma alarak uzun uzun koklayıp öptüm. Kokusu annesinin kokusu kadar taze ve güzeldi. Onu bahçeye diktiğim sedir ağacının yanına koyarak boylarına baktım ikisi aynı boydaydı. Bu iki fidanı tebessümle izlerken flaşlar patladı. Öğrencilik yıllarından beri nereye gitse fotoğraf makinesini boynunda taşıyan Nora iki fidanın yanında resmimi çeki-yordu. Salonun duvarlarına mutluluk resimlerimi asma zamanı nihayet gelmişti…
Asrın Kiri
İçeri girdiğinde gözleri parlıyordu, anlaşılmayan sözlerle şarkılar mırıldanarak şarap şişesine uzandı. Sert bir tepki ile karşılanacağından habersizken, İlyas sesini yükselterek;“ Yeter! Gereğinden fazla içmişsin. Nefesindeki şarap kokusu beni bile sarhoş etti. Kibrit çaksam yanacaksın neredeyse! Otur şuraya da iki kelam edelim. Bugün neler yaptın?” Şımarık bir ses tonu takınarak; “ Neler neler yapmadım ki, sabah ve akşam iki ayrı dilberle buluşma gerçekleştirdim, daha ne olsun! Facebook’ta tanıştığım ve ilanı aşk ettiğim esmer dilberle öğlen yemeğinde Rus votkası içtik, akşam yemeğinde ise sarışın bombayla kırmızı et yiyip beyaz şarap içtik, tabi ki aşk konuştuk. Bu kızların her ikisi de bana âşık olmuşlar, oh be hayat! Sen ne tatlı şeysin” dedi Şems. İlyas, alaycı bir tebessümle Şemsi süzerken; “ Neden böyle garip garip bakıyorsun bana, senin gibi kitapların içinde kaybolmamı mı istiyorsun? Ben yaşamın keyfini çıkarıyorum sadece, beni kutlamalısın aslında. O kızlara öyle etkileyici laflar söylüyorum ki İlyas! Aşk oyununu çok iyi oynuyorum bu konuda bir kitap yazabilirim. Ama bu kızları da diğerleri gibi yatak odasına götürmeyi hiç düşünmedim, bunların da beni naif hatırlamalarını istiyorum. Yaşamı renklendirmek adına birkaç buluşma yeterlidir sanırım, üstelik Facebook böylesine bolca bir şansı sunarken birine bağlanmak aptallık olurdu zaten ” diyerek yeni bir şarkıya başladı, masayı da trompet gibi kullanıyordu. İlyas büyük bir sabırla onu dinlerken gerilmişti, daha iki gün önce ağlayarak kapıya gelip Şems’i soran güzel kızı hatırladı İlyas. İki ay önce tanıştıklarını yoğun bir aşk yaşadıklarını, son zamanlarda Şems’in kendisini aramadığını, yazışmalara cevap vermediğini anlatırken, gözlerinden ırmaklar taşmıştı genç kızın. Şems’in geç kızda açtığı yaralar aşikârdı. Bütün bunları bir çırpıda gözlerinde canlandıran İlyas büsbütün öfkelenmişti; masada duran su dolu bardağı alarak kuzeninin yüzüne sert bir şekilde boca etti. Tepki vermeye yeltenen Şems’in iki omzundan sertçe tutan İlyas: ” otur şuraya!” Dedi. Sesi yükselmiş nefesi sıklaşmıştı. Şems şaşkınca ona bakarken İlyas devam etti: “ Teyzem gibi duyarlı bir kadının oğlu olduğuna inanmak çok zor, adının anlamını biliyor muydun Şems? Doğduğunda annen sana bu ismi verirken, dünyaya aydınlık saçsın demişti. Her insan bir dünyayken sen bu dünyalara aydınlık yerine karanlık yansıttığının farkında mısın? Hele de bunlar kadınsa. Günlük hatta saatlik eğlentilerine meze ettiğin bu masum kadınları yatağa atmamayı naiflik mi sayıyorsun yani? Onları kendine bağlamak için sarf ettiğin her sözden sorumlu değil misin ki? İnsan olduğuna inanarak sana karşılık veren bu masum yüreklere bıraktığın acılar sana geri dönmeyecek mi sanırsın?
Şöyle bir düşün istersen, kısa metrajlı bir Empati yap: Bir kızın var ve başkaları da aynısını senin kızına yapıyor olsun mesela; ektiğin her tohum mutlak yeşerip sana dönecektir unutma bunu” diyen İlyas’ın öfkesi gereğinden fazla taşmıştı. Şems, İlyas’a diklenmek istese de hızla mutfağa giren İlyas bir kahve yaparak Şems’in eline tutuşturdu. “ Al şunu iç, olmayan şuurun belki yerine gelir. “ diyerek sandalyeyi çekip tam karşısına oturdu. “Şimdi beni çok iyi dinle Şems! Hayat sadece sorumluluklarını bilene sırlarını açar, ama sen hayatın bilincinde misin ki? Ve hayat kadar şuurlu musun ki seninle dost olsun.
Ey hayatın manasının kaydından habersiz! Çölde gezinmeyi seçmiş, madde âleminde belirip yok olan nesnelerin cazibesine kapılıp kaybolan sarhoş! Ey içi gibi boş heyecanlar uğruna günlük eğlentiler için sağa sola bıçağını umarsızca sallayan ve gözleri gibi yüreği de kör kişi! Kalplere bıraktığın yaralar kanarken yüceliklere göz dikip naiflikle anılmayı dilersin öyle mi?
Hayat bin yıl geçse de hatırlanması gerekenleri hatırlayacak kadar şuurludur zaten. Hayatın derinliklerinde gizlediği zenginliklere alıcı bir yürekle baktın mı, yaklaştın mı bir adım? Bir inci çıkardın mı okyanuslarından, ruhunu giydiren madde elbisesinden soyundun mu bir günlüğüne, ektin mi bir tohum hayatın kalbine? Ektiysen! İyi hatırlanmayı dileme öyleyse. Güneş senden kalan tohuma ulaşır illa! Ve onu yeniden vücuda getirir, çiçek gibi kokulandırır, bu muhteşem koku bir iksir gibi yayılır hayata yeniden. Hatırlatır senin inceliğini güzelliğini. Söyle bana Şems! Ölümün dahi gizleyemediği, aşkın şavkına kaptırıp da kendini, sildin mi birinin gözyaşlarını? Ya da senin gözlerinde yaş birikti mi ki güneş onun üstüne doğup parlatsın? Beşeri dünyayı aşarak madde bedeninden soyunarak ruh bedeninle sana âşık bir sevgiliye sarıldın mı hiç? Ve bitmeyecek olan ulvi aşkı arzulamayı hiç hatırladın mı ki? Naif hatırlanmayı dilersin…”
Şems İlyas’ın sayıp döktüğünü umursamaz bir tavırla dinliyordu ve birden sesini yükselterek önünde duran sandalyeye bir tekme atıp onu karşı köşeye savurdu.” Benim yaşım otuz dört ve hayatımın baharındayım, eğlenmek en doğal hakkım derken” şarap şişesine uzandı. İlyas bir hamle yaparak şişeyi elinden kapıp açık duran pencereden bahçeye fırlattı. “ Otur!” dedi “ Facebook çapkını, sözlerim henüz bitmedi. İnsan ruhları misafir oldukları yerkürede goncaya durmuş bir çiçektir; büyüyüp serpilen, açılıp solan ve her “Ah!” edişlerinde arzuları gök semada duyulan. Sense bu çiçekleri goncayken koparıp koklamadan savurup atan ve ahlarını duymayan, sorumsuz ve şuursuz davranışlar içinde debelenmektesin. Teyzem seni fakirlik içinde bin bir sıkıntılarla okuttu, içinde anılarını barındıran baba yadigârı evini sattı. Amerika’da doktoranı yapmanı sağladı. Bu duygulu kadın onca fedakârlığı senin bu sorumsuzluklarını görmek için mi yaptı? ” Ve bir sessizlik sonrası Şems yeniden sesini yükseltti. “ Sen çok bilgilisin, sorumluluk sahibisin de ne oluyor? Yeryüzünde kederli bir yüz ve hüzünlü bakışlarla dolanan bir ruh gibisin. Ben senin gibi olmak istemiyorum, rahat bırak beni!” dediğinde bu kez İlyas onu ikna etmenin başka yolunu bulma çabası içerisinde girdi. Ses tonunu yumuşatarak Şems’in elini tuttu. “ Bak Şems! Beni kalp kulağınla dinlemeni istiyorum. Bilgi, kederin sebebi olsa da, bilgi günahından arınmaktır asıl olan, körlüğü kedere tercih edenler uykudadır her daim. Erdemli yaşayan her insan, yeryüzünde kokusu daim esen birer güldür. Kederle sırdaş olmuş uyanık ruhlar duyar bu şuurlu kokuyu sadece. Kâinatın tözü ise bu kokuda gizler kendini, ancak bu tözü idrak edenler iyileştirebilir dünyayı.
Bilgi kederlisi olanlar, ruhu uyanıklardır. Ruh uyanıklığı sebebiyle tüm uyuyanların içinde yapayalnız kalsa da şikâyet etmez, çünkü kâinatın şarkılarını duyan yüreğe kavuşmuştur o. Facebook çağın bir harikasıyken ve dünyanın en büyük kütüphanesini sana sunarken, bunu bilgilenmek ve haber almak için kullanmalısın Şems! Yüreklere keder bırakacağına, kederi satın almanı öneriyorum sana. Uyan Şems uyan artık! Bu dünyada ruhun uykusudur hayatı zehirleyen. Hayat kendini gizleyen bir hayaldir zaten, kederlerimiz hayatın kalbine dokunduğunda hayat can bulur ancak”
Konuşma bitmiş oda sessizliğe bürünmüştü, kapalı kapının ardından kısık kısık hıçkırık sesleri duyulmaya başlanmıştı. Kapı yavaşça açıldı. Şems’in annesi omuzları düşük bir şekilde içeri süzüldü. Annesinin içeri girdiğinin bile farkında olmayan Şems umarsızca bahçeye çıkıyordu. İlyas teyzesine yaklaşarak saçlarını okşadı ve “Evrende hiçbir söz kaybolmaz, ben Şems’in yüreğine ekmem gerekenleri ektim, vakti geldiğinde yeşerecektir teyzeciğim! Boşuna üzülme “ Teyzesi İlyas’a bakarak “ keşke biraz sana benzeseydi!” dedi. İlyas derin bir iç çekerek:
“Teyzeciğim! Bana bakıp üzülme, ben bu dünyada hiç kimseyim, çağların geçişinde hiçbir yerden ve hiçbir zamandan geldiğimin farkında olanlardanım ve hiçliğe gideceğim günün de bilincindeyim, Yaratılış fıtratı işte, Şems de toparlar mutlaka “ derken, gözlerinden hayatın kalbine iki, damla yaş düştü.
Şems ise, İlyas’ın kızgınlıkla bahçeye fırlattığı şarap şişesini aramakla meşguldü, otların içinde parıldayan şişeyi görünce sevindi ve yarısı dökülmüş olan şişeyi ağzına götürerek sonunu getirdi. Pencereden Şems’i izleyen İlyas, acıyan bakışlarla başını sallayarak mırıldanıyordu. “Keşke teyzemin yaşadığı acıların yarısını da Şems çekseydi, işte o zaman kederin ateşiyle aydınlanmış olacaktı ve acıların doyumsuz nağmelerini duyan kulakları, yaşamın anlamını bulan yüreği olacaktı” diyordu.
Bir gölge misali dolanan İlyas, hayatın alaycı tebessümüne hayretle bakmaktan başka bir şey yapamamanın çaresizliği içindeydi. Yapabildiği tek şey, acılarının hasadı olan sözlerini, ektiği yerde güneşin bir gün onları yeniden yeşerterek birilerini besleyip serinleteceği umuduydu.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
AFORİZMALAR
NUR GÖKIRMAKLI
2024
Basılmak üzere yayında
(Yeni kitabımdan Bir miktar sizlere sunmak istedim.)
---------------------------------------------------------2024--------------------
İçimde ne çiçekler büyüttüm gözlerime tüneyen çiğ damlasıyla
Gecenin bir yarısı neden dokunursun sözlerinle ruhumuzun sakin penceresine, kesik hatıraların darbesi vurdu yine bak yüreğimize, çığlık kuşları sardı birden aklımızın gökyüzünü, kapkaranlık bir gece doldurup gittin kadehlerimize…,
Bir başınalığımın sığınağındayım şimdi!
Hayatın, fırtınasına katarak üstüme saldığı pis kokularından korunma çabası benimkisi.
Boş ver neyse ne! Artık biliyorum ki! Bilgi keder sebebi...
Gülüşlerimin tonlarında gizlenen hüzünlerimle kefenleyin beni,
Ve ardımda bıraktığım sözlerimin ateşiyle yakın bedenimi. Ama bilin ki, dumanımın aşka secde edişi yeniden yeşertecek hayallerimi.
Hayat hangimizi ağlatmadı ki! O gözyaşları değil midir ki aktıkça ruhumuzu yıkayıp temizleyen, Parıldatan, güçlendiren ve öz benimizle bizi buluşmaya hazırlayan. Her damlası Yaralara sürülen bir merhem gibi, ruhu güçlendirmeye muktedir bu yaşlar, hangi matematiksel kimyanın nektarıdır kim bilir, zaten evrende matematiksiz ne var ki gözyaşı da hesapsız olsun.
Elbet kırılır bütün kafesler bir gün, uçup gider sonsuz özgürlüklere can kuşları, bilmezler ki geride kalan artıklara yapılır cenaze merasimleri.
Ve bilmezler ki asıl cenaze ölümüdür aşkın.
Ölüm şiirin mısra, mısra akışıdır toprağa. Sükûtun mührü besteler o mısraları,
Ve üstünde büyüyen otlar, çiçekler seslendirir, o nağmeleri. Bazı nağmeler kan rengiyle aryalar okur gelincik misali, bazıları altın otu olur seslendirir sapsarı hasretleri.
Kimisi de huzuru papatya beyazlığında yansıtarak aydınlatır tüm evrenleri.
Doğada gezinen dilsiz hayvanlara soğukta ve sıcakta yiyecek ve su verdiyseniz,
Veren sizin eliniz değildir, o kudretin elidir.
Ne mutlu ellerini Tanrı’ya kullandıranlara.
Beynimde sürgünden dönen bir aziz oturuyor! Sabrediyor, sabrediyor susmalarına,
Yarın çok geç olabilir unutma!
Herkes aklı ve zekâsı kadar dindardır. Vicdan ve merhamet gibi erdemleri
Olanların dindar olmaya ihtiyaçları yoktur.
Üç beş kuruş para için ruhunu kirletenlerin seçtiği yoldur sömürü düzeni.
Tutsaklık ne bileklere vurulan kelepçelerde, ne ayaklara vurulan prangalarda, ne de demir kafes ardında beklemelerde.
Tutsaklık bilgiye aklı ve gözü kapatmaktır.
Tutsaklık bir zorba diktatöre biat etmektir.
Tutsaklık küçük ya da büyük olsun, bir gelir kaynağı için adaletsiz yönetilmeyi görmezden gelmektir.
Tüm beklentilerden ve egolarından kurtulmuş olanlar, hayatın sonsuz okyanuslarında
Özgürce yüzebilir.
Biz gururla taşıdığımız açık kimliklerimiz gibi, saklamıyoruz kanayan yaralarımızı
Ama siz ölü gözlerinizi saklıyorsunuz bacak aralarınızda.
Biz adalet ve hürriyet diye diye başımız dik yürürüz uzun yollarda
Ama siz! Zulüm kokan ayaklarınızla pislik solucanı olduğunuzu duyumsaya duyumsaya……
Uzayan gölgeleriydi özgürlüğümüzün üstüne düşen.
Tarihi kirletiyor bunca katliam, geleceğin haberi hep kırılgan.
Aykırı zamanlardan kalan bir bitmez öfke! Kararır güneşin bile ışıkları utançtan.
Islat ne olur ıslat biraz yüreğimi,
Yoksa yutacak beni insanlık çölü.
Hatırla, hadi hatırla! Şu yüksek AVM’lerin altında can veren leylak ağaçlarını,
Hani yanından geçerken kokusuyla sarhoş olduğumuz,
Hatırla hadi!
Hani yüreğimizi uzatsak aşka dokunduğumuz.
Hiçliğimde kayboluyor koyu karanlığınız,
Suskunluğumda köreliyor söz bıçaklarınız.
Kurulmuş bilinçaltımıza bir kez musalla,
Sen ayıksın belki amma, dünya derin bir uykuda.
Ey alaca karanlıkta ayın arkasına gizlenen kutsal ruh! Bırak gölgelerden
Dünyaya yansımayı, o sonsuz mekân sız lığından çık ta, mekânlarına yaklaş biraz!
Aydınlat kararmış ve kirlenmiş ruhları.
Nemrutlar yaksa da ateşleri, İbrahim gibi, aydınlık bir yürekle
Ateşleri gül bahçesine döndürmeli.
Riyasız bir dünyada insanlığın sevgi sarmalını yazacaktım oysa!
Heyhat, bütün imgeler kanlı, bütün heceler mayınlı, kalemim Babil kuyularında
Harut ve marut gibi ayağından prangalı.
Coğrafyamın cüzzamlıları!
Çöl dudaklarınızdan pınarlar fışkıracak değil ya.
İhanetinizi türban altı etseniz de,
Tanrı inancınız ve ibadetlerinizden sidik kokusu geliyor.
Yazılarım çırılçıplakmış diye, yargılanmak üzere
DANTE’nin cehennemine atıldım.
Riya şehirlerinin günah çarşılarında ruhlar etiketin yarısı.
İnsanın bin yüzlü ihanetinden geçtim.
Ey zalimlikte hudut tanımayan soysuz ırk!
Ne çabuk unuttunuz köle ayaklarınızla Musa’nın denizinden geçtiğinizi.
Bir çiğ tanesiyle dallarınız Goncalındı mı hiç!
Hiç meyve verdi mi gönül bağlarınız?
Bir kuş kanat çırptı mı dallarınızda hiç.
Susturma beni, bulduğum hazineleri dağıtıyorum..
İnsanlık azaldıkça kendimi çoğaltıyorum.
Beynimde sürgünden dönen bir aziz oturuyor,
Sabrediyor, sabrediyor susmalarına. Yarın çok geç olabilir unutma!
Gecenin yürek atışını duyuyorum şah damarlarımda,
Rahminde sakladığı ışıklı gündüzü doğuracak birazdan şafağa.
Varlıkla yokluğun arasında asılı duran huzur kolyesini takmak için boynuma, yürüyorum
Hiç duraksız, dünyanın sisli sokaklarında..
Budist ibadetlerin sessiz nehrinde yıkanıp arındım, şimdi kollarımda iki zaman
Bir öbür dünyada olacağım tay-i mekân
Bir bu dünyada hüzünlü. Artık ellerim ölüme uzanmakta, bir çocuğun güneşin saçlarına uzandığı gibi.
Sevemedim bu gölgeler diyarı Dünya’yı, hilesiz ligi seçiyorum…
Aşkın ışığını doğuran karanlığın kızıyım, kalbime döşediğim mayınlarla,
Çölde ateş yakmaya geldim.
Ey benim gençlik yıllarımın bölünmez notaları, hangi Es’te sakladınız
Yıldız, yıldız hatıraları.
Hangi zindan insanın kendini hapsettiği beyni kadar karanlık olabilir?
Hangi güneş, içten bir gülüş kadar, aydınlık olabilir?
Hangi dondurucu soğuk, insanı” sevgisizlik” kadar üşütebilir?
Hangi sıcaklık insanı sıkı bir sarılış kadar ısıtabilir ve hangi ateş insanı aşk kadar yakabilir?
Hangi ölüm insanı ayrılık kadar acıtabilir…
Koşma peşimden, yaşamın acımasız katili ölüm gibi, bırak ta sensizliğim büyütsün
Tanrıya götüreceğim aşk çiçeğimi.
Bu daracık zamanı ve mekânı değiştireceğim bir gün, ak bir güvercin olup süzüleceğim,
En dipsiz derinliklerine göğün…
Sevginin sessizliği göklerde yankılanır, insanın hası, ışığıyla tanınır.
Hayırda sevgi dağıtan, günahlardan arınır.
Bana “sende kimsin”? Diye laf gönderenlere, derim ki;
Ben kutsal ruhun gönderdiği bir meşaleyim demiyorum, bilakis tam tersini söylüyorum.
Ben sosuz manadan gelen hiç kimseyim!
Çürüyüşü hızlandıkça dünyanın zaman, intihar serenadı çalıyor.
Arama gaybı boş yere satır satır kadim ayetlerde, her ne varsa giz olan öbür âlemde,
Hepsi de açık seçik salınıyor, benim, senin, onun göz bebeklerinde.
Hatta cenneti de, cehennemi de…
Al benim gözlerimle bak geride bıraktığın dünyaya!
Adaletin, merhametin ve güzelliklerin bittiği bu dünyada, insan kılıklı hayvan artıklarıyla
Yaşamak çok zor. Öyle yalnızım ki!...
Ölümün özgürlüğüdür, peşinden sürüklendiğimiz, en güzel düşlerimiz, ölüm mavisinde gizlenir. Ölümün krallığı mavilere bürünmesindendir.
Ben, ben olmak için ne yaptı isem, bin zifiri karanlık yaktı bu sinem, çok şeye yetişmek için çırpınır iken, yetişince soldu gül, kaldı elimde diken…
Tutuşturmak için kelimeleri, kendi kalemimle taşıyorum ateş çiçeklerini,
Göçmeden bu çöllerden, sizlere bırakmak istiyorum kalbimin özetini…
Bilmez misin ki sevinç de keder de hep yan yana gezer, ölümle yaşam gibi. Bilmez misin ki ruhu acılardan başka bir öğretmen eğitemez. Her şeyin bir tarafı bilinmezlikle sarmalanmamış mı? Dünyanın bir tarafı aydınlıkken bir tarafı karanlıkta kalmıyor mu? Ay’ın bir tarafı karanlıkken bir tarafı aydınlık değil mi?
Kışın zemheri soğuğunun yanında Temmuz’un sıcağı ne peki? Buzullara karşı ekvator yok mudur? Geceye karşı gündüze ne demeli? Kâinatta gördüğün maddelerin ruh tarafını görüyor musun? Ve işte geldim insana, kötü ve iyi hasletleriyle insan aslında küçük bir evren değil mi ki? Ve değişken huylarıyla evrenin bir benzeri değil mi ki?
Bilmez misin ki fırtınalar yağmuru taşır, yağmurlar ise yenibaharlara gonca büyütür. Yaşamın cilveleri, Tanrı’nın iradesidir.
O’nun tek gayesi insan neslinin sürmesidir dünyada.
Bizler Tanrı için geleceğin tohum taşıyıcılarıyız. Zaman, ne senin ne de benim sevincimiz veya kederimiz ile ilgilenmez. Acılarımızın da gayesi vardır elbet. Bizi öğüterek saf ışık olmaya hazırlar.
Acı ve sıkıntılarımız, Tanrı için, bizlere verilen birer armağanlardır…
Bu gece dehr’in derinliklerinde sessizliğin çığlıkları duyuldu. Yüreğimin perdesini aralayıp baktım, ansızın sonsuzluğun ışığı göründü.
Çok zamandı içimin tinsel müziği suskundu,
Nihayet, hüzünlü neyim sesini duyurdu. Gözyaşımın ışıltısında gerçeğin ta kendisi görüldü, şaşkınlık içindeydim, çünkü “O” bendim, sakin ve dingin.
Kâinatın ilk var olduğu günden geliyordum. Bir an durup gülümsedi “Ben” bana ve yine yitip gitti alacakaranlıkta.
Ney sesi yükselirken duygularımda, yine yalnızlıklara gömüldüm. “Ben” benden (ondan ) ayrılırken, içimin sessizliklerine hüzün doldurdum.
Yaratıcı zekâya hayranlık ve şaşkınlık duymamak olanaksızdır. O bir yumruk et parçasını uzaklaşıp, saklanacağı, dinleneceği en mahrem tapınağı, değil midir?
Gidip orada huzurla bağdaş kurup oturduğu, yüzlerce dostuyla buluşup konuştuğu, yalnızca kendine özel mekânı değil midir? Gözyaşını herkesten saklamak için gidip orada ağladığı, bazen çiçekli bahçesine çıkıp dolaştığı, gözlerden uzak nergisleri, menekşeleri koklayıp öptüğü, ya da öfkelerinin ve kederlerinin kan nehirlerinde yüzdüğü göller, yürüdüğü yollar değil midir? Orada otururken içsel ney sesiyle sema ettiği bir mescit değil midir? Bazen labirentlerinden geçip atmosferin derin dehlizlerine dalarak, inciler çıkaran o değil midir? Bütün bu olup bitenleri dışarıdan bakan birisi asla göremez
Düşünsene dostum! Evren üzerinde gördüğü ve hissettiği her şeyi, kendi huyunda ve kendi dilinde anlamlandıran ve sese çevirip, dil ve kalem ile madde dünyasına aktaran bir radyo istasyonu değil de nedir bu et parçası!
Maddesel işlevinin dışında, evrendeki birçok oluşumları en ince detayına kadar gören bir *kocaman göz değil midir o, dünyadaki en keskin bıçaktan daha keskin olan ve istediği kalbe kolayca yol açan bir traktör değil midir bu et parçası? Bazen aşka dair yahut başka sevinç ve kederlere dair, nedensiz hüzünlerin ve nedensiz sevinçlerin, kış ve bahar habercisi değil midir?
Yaratıcımıza ibadeti mutlaka kalp yapmalıdır. Yoksa yaratıcıyla buluşmak mümkün olmaz. Sonsuzluğun yollarına ne el, ne ayak, ne göz hiçbir uzuv çıkamaz ondan başka. Karanlığı, ışığı önce o fark eder mutlaka. Dışarıdan atılan taşlar onun penceresini kırar tuz buz.
Atılan söz oklarının önüne o siper eder kendini, kanatır her yerini. Ölüme ilk o teslim olur kapayarak (Durarak) gözünü.
Ölünce çıktığı yolculuğun sonunda varacağı menzile ilk o açar gözünü. Dağların cesaret edip misafir edemediği kutsal Tanrı ya, insan açar sonsuz genişlikteki kalp evini. Ne büyük sorumluluk yüklenmiş bu bir yumruk et parçasına dostum!
Fakat eylemleri faili meçhuldür onun, kendinden başka kimse bilmez sır dolu yaşamını”
Ey aşk! Dokun bir kez kirlenmiş yüreklere ki yıkansın yağmurunda insanlık.