ANTİK SÜMER’DE GILGAMIŞ DESTANI
Gılgamış tarihte ilk kral kahraman!
Gılgamış, sarayın Fırat nehrine bakan bölümünde oturmuş, suların üstünde nazlı, nazlı gelip giden yelkenlileri izliyor bir yandan da dalgın dalgın düşünüyordu. Omuzlarına kadar düşen siyah ve dağınık saçları, kirli sakalları ve bıyıkları, iri adaleleri, uzun boyu ve iri gövdesiyle bir taraftan çok yakışıklı, diğer yanda güçlü kuvvetli bir görüntü sergiliyordu. Halk, onu kendilerinden çok üsttün ve farklı bulduklarından onda bir Tanrısallık var olduğunu düşünmüş ve vücudunun üçte ikisinin tanrı, üçte birinin insan olduğuna inanmaktaydılar. Gerçekte; Gılgamış’ın annesi Tanrıça Ninisun babası ise Uruk şehrinin kralı Lugalbanda idi. Gılgamı’ın babasına birgün gayptan haber vermiş, “Kralım! Sizin kızınız bir erkek doğuracak ve torununuz sizi öldürerek yerinize geçecek” demiş. Kral kızını derhal bir kuleye kapatarak kapısına bir bekçi dikmiş. Kızı bir şekilde hamile kalmış, dokuz ay sonra kızı, bir erkek çocuk doğurmuş, bekçi bu çocuğun kralı öldüreceğinden korkarak kuleden aşağı atmış. O sırada kulenin altından bir kartal uçuyormuş, çocuğu havada yakalayarak bir hurma ağacının altına yavaşça bırakmış, o sırada bir bahçıvan oradan geçerken ne olduğunu anlamak için çocuğun yanına gelmiş ve güzel bir bebekle karşılaşmış, hemen onu alıp evine götürmüş. Karısıyla birlikte, her şeyi gören ve bilen birisi olsun diye GILGAMIŞ adını vermişler. Çocuk büyüyüp delikanlı olunca bahçıvanın yanından ayrılmış şehir şehir dolaşmaya başlamış, o arada okumayı, yazı yazmayı, ok atmayı, derken bilgiyle donanmış. Akıl soranlara akıl, yol soranlara yol göstermiş, Dolaşırken bir gün yol, onu Uruk şehrine getirmiş. Çok güzel ve büyük şehir sokaklarını gezmeğe başlamış, şehrin güzelliğini seyredip dolaşırken halktan bazıları onun görkemli görünüşünden yabancı biri olduğunu anlamış ve peşine takılıp onu takip etmişler. Nihayet şehrin pazar yerine gelmiş, derken halk etrafına toplanmış, onun bu görkemli görünüşüne seyre dalmışlar ve hayran olmuşlar. Gılgamış bir heykel gibi duruşuyla hayranlık bırakmış. Şehrin yaşlıları aralarında konuşmaya başlamışlar “Şehrimizin kralı öldü, oğlu da yok, bu genç adam tam bize krallık yapacak biri gibi duruyor.” gelin bu görkemli genç adamı şehrimize kralı yapalım diye diye bütün şehre yaymışlar. Herkes bu fikre sıcak bakmış ve düşüncelerini Gılgamış’a iletmişler. Gılgamış bu fikri geri çevirmenin aptallık olacağını düşünmüş ve kabul etmiş. Onu saraya götürmüşler, giydirip kuşatmışlar, görkemi ikiye katlamış, iri yarı yapısı, atletik omuzları, uzun boyuyla tam bir kral görkemiyle tahta oturmuş. Halk için adeta bir şölen başlamış, böylece kendisini istemeyen kral dedesinin tahtı dönüp dolaşıp yine Gılgamış’ın olmuş (Sümer’de her şehrin kendi kralı vardı. Gılgamış Uruk krallığına kavuşuncaya kadar, dört kral değiştirmiş.) Uruk şehri etrafında bulunan ilkel insanlar sık sık Uruk’a saldırıp kargaşa çıkarıyorlarmış. Gılgamış şehri emniyete almak için pişmiş tuğladan üstünde araba geçecek kadar geniş ve kalın duvarlarla şehrin girişini kapatmış, bakır ve ağaçtan kapılar yaptırarak şehri güven altına almış. Uruk için çok işler yapmış Gılgamış. Fakat kendini çok yalnız hissediyormuş. Konuşup dertleşeceği bir arkadaşı bile yokmuş. Sonunda bir gün ormanda yaşayan kendisi gibi iri yarı, güçlü ve yakışıklı Enkidu’yla karşılaşmış ve aralarında bir kavga, bir boğuşma geçmiş, ikisi de birbirini yenemeyince sarılıp dost olmuşlar. Gılgamış Enkidu’yu öyle çok sevmiş ki bir dakika bile yanından ayırmıyormuş. Ormanlarda kimseye göz açtırmayan Umbaba diye bir canavarı birlikte öldürerek halkın rahat etmesini sağlamışlar ve canavarın kellesini halkın önüne atmışlar, halk öyle çok sevinmiş ki onu kahraman ilan etmişler. Bu kahramanlıkları Enkidu’yla birlikte birçok kez tekrarlamışlar. Halk onu kahraman kral olarak anmaya başlamış. Fakat bir süre sonra çok sevdiği, canımın yarısı dediği Enkidu hastalanmış, gün geçtikçe kötüleşen Enkidu sonunda ölmüş ve Gılgamış günlerce ağlamış. Gılgamış şehrin insanlarına seslenmiş “herkes yas tutsun” Enkidu’yu yitirdim, acısından saçlarını taramayı bırakmış. Enkidu’nun heykelini yaptırıp şehrin meydanına koydurtmuş. Gılgamış giderek kendi ölümünü düşünmeye başlamış, ölüp yok olma korkusuyla, ölümsüzlüğe çare bulmak için yollara düşmüş. Dağ, bayır, ova, şehir demeden yollar aşmış, yollarda karşılaştığı herkese “Bu ölümsüzlüğün yolu, çaresi nedir diye soruyor ve ağlıyormuş”. Sonunda Budanapiştim isminde birinin ölümsüzlüğün sırrını bildiğini öğrenmiş. Onu bulmak için uzun maceralarla dolu bir yolculuk sonunda, Budanapiştim’i bulmuş ve ona yaşadığı acıyı anlatmış. Meşakkatli yolculuğunu, ölmek istemediğini bunun çaresi için kendisine geldiğini açıklamış. Budanapiştim kir pas içinde kalan Gılgamış’a “git yıkan paklan ve biraz uyu dinlen demiş”. Gılgamış yorgunluktan orada uyuya kalmış. Budanapiştim karısına dönerek “ her gün bir ekmek pişir ve yolcunun başucuna bırak ”demiş. Karısı her gün bir ekmek pişirip Gılgamış’ın başucuna bırakmış. Ekmekler zamana göre kurumuş, küflenmiş, Gılgamış uyanarak sormuş “ben uyumadım değil mi?” Karı koca gülmeğe başlamış ve kadın bak bu son ekmek elini değdir henüz pişti getirdim. Altısı burada sen sınavı kaybettin. Gılgamış pişman ve üzgün, “peki ben şimdi eli boş mu döneceğim, halkıma ne diyeceğim? Bunca kahramanlıklardan sonra bu işi başaramadığımı nasıl söyleyeceğim!” Kederlenmeye başlamıştı Gılgamış. Budanapiştim kendisine Uruk’a geri dönmesini, halkının başına geçmesini, bulunduğu günü neşeyle geçirmesini tavsiye ederek yanına Usunabi’yi de verip onu yollamış. Üzgün bir şekilde tekneye bindiğini gören Budanapiştim’in karısı dayanamayıp dile gelerek, “ona neden yardım etmedin? Bari gençlik otunu verseydin”. Kocası Gılgamış’ı geri çağırmış Koşarak geri dönen, Gılgamış içinden “acaba bana ölümsüzlüğe dair başka bir sır mı verecek diye heyecanlanmış.” Budanapiştim ”Gılgamış biliyorum çok yoruldun, çok üzüldün, seni hayal kırıklığıyla geri göndermek istemiyorum, sana Tanrının başka bir sırrını açıklayacağım, dikenli bir ot vardır koparırken ellerine batacak, ama bu bitkiyi yiyen yeniden gençleşir, gücü kuvveti yerine gelir bu diken gideceğiniz yol üstünde bulunur, derin bir suyun dibinde, eğer onu çıkarabilirsen yeniden gençleşeceksin, en azından daha uzun yaşarsın” demiş. Onu bir an önce bulmak için acele tekneye binmişler, çok uzun bir yolculuktan sonra dikenin olduğu yere gelmişler. Gılgamış acele suya atlamış, dikenin yerini bulmuş onu koparmak kolay değil, elleri kan içinde kalmıştı ve sonunda onu kökünden sökmüştü, sudan çıktı sevinçten uçuyordu sarıp sarmalayarak koltuğunun altına aldı. Bir süre daha yol aldılar, fakat sıcaktan öyle bunaldılar ki, elindeki dikeni yere bırakarak serinlemek için tekrar suya atladı, bir süre suda kaldı, nasıl olduysa bir yılan süzülerek otun yanına gelmişti ve gelmesiyle otu ağzına alarak yuttu, Gılgamış onu öyle görünce çılgına dönmüştü, bağırıyor, ağlıyor dövünüp haykırıyordu. Fakat olan olmuştu, yılan dikeni yer yemez kabuğunu değiştirmiş pırıl, pırıl bir genç yılana dönmüş çekip gitmişti. Kıyıya çıkan Gılgamış bağırıp ağlarken Usunabi’ye “bunca zahmete bir yılan gençleşsin diye mi katlandım” demiş. Dövünerek döndüğü Uruk şehrinin güzelliğini, yaptığı eserleri, görünce morali düzelmişti Gılgamış’ın…
