MAKALELER

NUR GÖRIRMAKLI

BEN-İ İSRİL VE ÜÇ MAYMUNLAR “ 1 Nisan 2024”

 

Uykusu çalınmış çocuk gibiyim! Önümde boş ve beyaz bir kâğıt, kalemim, sokaklarda koşan çıplak bir deli gibi dünyaya haykırıyor. Beynimde lahitler kırıyorum ıssız mezarlıklarda, ruhum kimliksiz fora. Ne yana dönsem pis kokan nefesler, gelip düşüyor masum satırlarıma.

Ey insan kalıbına bürünmüş Tanrı’sı Lucifer olan BEN-İ İsrail!

Ve ey onursuz savaşların suskunluğuna gömülen dünya! Çıkarın boynunuza astığınız kutsal haçlarınızı, çünkü o demir parçası temizleyemez işlediğiniz günahlarınızı. Arınamayacaksınız yaşattıklarınızın kirinden, saracak sizi gecelerin koyu karanlıkları ve kendisine mumyalayacak katil ruhlarınızı.

Bekleyişlerinizin tirandı yükselirken semaya, bozulacak bekareti zamanın. Zavallı hiçliğinizin gövdesi günah suyuyla yıkanacak bir gün.

Nasıl çivilediyseniz “İSA” yı çarmıha, öyle çivilenecek yüreklerinize bebeklerin kırmızı kanı, karanlığın kurnaz postunu giyinseniz de daima lanetini taşıyacaksınız haykırışların.

Acılarla kırılırken günün parlak ışıkları, güneş kanatırken yeşil baharları, kim kazanmış, kim mağlup, kimin umurunda!  Elleriniz ecel olmuş hunharca bombalarda.

Ey Ben-i İsrail! Sürgünlerin Krallığı!

İlk sürgünden bugüne ihanete kurgulanmış hayalleriniz. Çünkü sizler Lucifer’in yakın dostu, puta tapan ve put imalatçısı Samir’inin torunlarısınız. Belge isterseniz Musa’nın kıssasına bakınız! Çağlar dahi silemedi lanetli tohumunuzu, kanlı ellerinizle gök kuşağına tutunsanız da, cılız sesinizle boşluklarda sallanıp duracaksınız. Ölü bir hücre nasıl ki canlanamazsa bir daha, siz de zamanın çarklarında yok olmaya güçlü bir adaysınız.

Toprak çalarak ulus olma hevesleriniz ve uğrunda çırpınıp delirmeleriniz inanın ki boşuna! Çünkü sevgi vahiy taşımaz LUCİFER’ la el sıkışanlara.

Ey sürgünlerin krallığı Ben-i İsrail!

Hiçliğinizin doğasıdır sizi kudurtan! Alev, alev kalplerde dolaşan Tinlerin musikisine olan öfkeniz, ağır geliyor çürümüş göğüslerinize.   Cesetleriniz dahi paçavradır ahiretin senfonisinde. Asla uzanamayacaksınız araftan Tanrı’nın gül kokulu cennetlerine.

Siz! Yüzyıllar ötesinden gelen sonsuz yaşam özleminizle, zaten evriliyorsunuz ruhu olmayan metalik bedenlere. Biz ise insan kalıp, insan ölmenin onuru peşinde! Tam da bu nedenle: 

Bombalar yağdırsanız da kentlerin tepesine, çığlıklar yükselse de en derin göklere, geleceğin ışıklı ve renkli merdivenleri beliriyor gözlerimizde. Siz geçici dostlarınıza güvenip kapalı kapılar ardında sinsi sinsi gülseniz de barış bayrak sallıyor sizsiz bir geleceğe.

Görüyorsunuz biz Türklerin vakarını değil mi? Biz ne öfkelerimizin girdabına kapılıyoruz ne de sizin gibi köşe bucak ölümden kaçıyoruz çünkü, savaşın bir onuru olduğunu bin yıllık geçmişimizle çok iyi biliyoruz. Bu nedenle çakal saldırınızı savaştan saymıyoruz.

Ey kendini Herakles sanan dünyanın en eski sürgünleri! Samir’inin tuvalinden çıkıp gelen sefil zadeler! Duyuyor musunuz beni!  Hâ bir de Müslüman kanı söz konusu olunca düşmanıyla safları sıklaştıran üç maymunlar! Siz de duyuyor musunuz beni! Suçlu havarilerinizin yalan ayetleri gibi bir gün mutlaka gerileceksiniz henüz kurumamış kanlı çarmıhınıza.

 

                                                                                                                   NUR GÖKIRMAKLI

 

DUYARSIZLIK VİRÜSÜ   “1 Mart 2024”

    

Duyarsızlık virüsünün bulaştığı İnsanların ihaneti çürüttü bu dünyanın efsanevi güzelliğini, harcadı ilk önce geçmişinden getirdiği gelenekleri, edepleri, anıları, satışa çıkardı hâtıraları. Kirlettiği aşksa yitirdi kutsallığını. Çıkar üzerine inşa etti her işi, böylece bozuldu erdemlerin bekareti.  Bir nehir gibi akıyor şimdi içinde barındırdığı tini.

Bu dünyadaki tüm güzellikleri var eden şeyin insanın içindeki saf ve güzel duygular iken, duyguların bir zayıflık, saflığın bir aptallık olduğu telkin edildi.  Yitirdi her şey gibi dostluklarda masumiyetini. Her şeyin içini boşalttığı gibi, sonunda kendi içini de boşalttı insanın ihaneti.

Ey benim boş sözleriyle değerli zamanımı çalan gereksiz dostum sana da mı bulaştı bu amansız virüs! kaybedilen en değerli şey boşa geçen zamandır, neden çalıyorsun vaktimi!

Gel sende bir nükte koy bu satırlara desem; ruhumun bize sunduğu felsefeler sıkıyor seni. Güz yaprakları gibi fısır fısır dedikodular mutlu ediyor kararmış yüreğini.

Yeryüzünde bunca sevilecek şey varken, sevimsizliğin cazibesine kaptırmışsın kendini, görmez misin ki dünyanın acıları var paslı dilimde,

Anlatırken dinlemiyorsun beni. Ne olur çek git artık yanı başımdan, yalnızlığımın zulasında bırak beni, seni incitmemek için sessizliğin rahminde saklıyor sözlerim kendisini.

Bu gölgeler diyarında boş insanlara harcayacak vaktim yok benim. Sürüklendiğimiz meçhul zamanın son sahnesinde, benim için tek başınalık bir kral üstünlüğüdür sanki.

Bilmelisin ki; boşa harcanmış zamana karşıt, yalnızlık zenginliğin öznesi. Sırf bu yüzden yalnızlığı seçtim.

Yalnızlığımda kâinatı dinliyor kulaklarım, bir orman kokusu vuruyor tâ iç benliğimin burnuna, tinsel göklere yükseliyor ruhum.  Uzaklardan gelen bir mektup gibi hasret şavkı vuruyor duygularıma Huzurum açıyor kapılarını ardına dek. O en temiz anılarım birer birer dökülüyor önüme,

Hüzünlü bir akşama benzeyen yüzüyle ilk aşkım beliriyor nergis bahçelerinde. Savruk zamanlar benden neyi götürmüş olursa olsun umurumda değil, ben aşkın tözünü çoktan sakladım.

Hayat beni keskin kılıcıyla budadıkça, yalnızlığımın sükûnetinde yeniden can bulmaktayım.  Doğadaki hayvanlar en yakın dostlarım.  Vefalı, yalansız ve riyasız, saf ve duru, onların sadakatli dostluklarıyla her gün biraz daha çoğalmaktayım.

Ey benim boş sözlü aymaz dostum!   Değerli zamanları katleden vefa yoksunu! Başlangıcı ve sonu olmayan zamanın derin ve karanlık kuyularından çık artık! Aç birazcık idrakini.

Yeterince çalkalıyor girdabında her birimizi bu hoyrat hayat.

Makamını kaybetmiş şeytan gibi dolanıp durma yanı başımda!  Hiç değilse ay taşından bir yüzük tak parmağına, az da olsa aydınlığıyla ışık saç bu karanlık dünyaya.  Bulanıklaşan zihnini ve kararmış yüreğini yıka ve boş sözlerle değil bilgiyle donanıp yeniden gel bana.

Bu sancılı yaşamda ve gölgeler diyarında, bir tek şeye sahibim, o da anılarım, onları paha biçilmez bir mücevher gibi mabedimde sakladım. Revnaklı yaşamları ve giyotin kokan sokakları ise ardımda bıraktım.

Yalnızlıkların ve suskunlukların huzur dolu saatlerinde yeterince kalabalığım.

NUR GÖKIRMAKLI

 

MAYIN TARLASI DÜNYA “6 Şubat 2024”

 

Dünya mayın tarlasına dönmeden önce 55 li yıllarda mutluluğun tam ortasına doğmuşum. Şanslı mıyım şansız mı yorumu sizlere kalsın.

Tutkuyla birbirine bağlı geniş ailelerin gurur duyulan edepli çocuklarıydık biz. Komşuluk, arkadaşlık, dostluk ilişkilerimiz bir aşk şiirinin unutulmaz mısraları gibiydi. Güven, vefa, sadakat kimliklerimize yapıştırılmış damgalı bir puldu sanki. Dost muhabbetleri mayısta toprağa düşen yağmur gibi rahatlatıcıydı. Bahçelerimizden akan pınarların gölet olan köşelerinden su içerdi ay ışığı. Dağlardan yansıyan çamların rengine bürünürdü denizler. Rüzgarların şarkıları dolanırdı tepelerde. Bağlarda dalından sarkan meyvelerden komşu hakkı verilirdi sevgiyle.

Okul yollarından geçerken yasemin, leylak, gül, kokularıyla sarhoş olur, şarkılar tuttururduk yol boyu. Bir gül koparılırdı daldan naif sevgili için. Kütüphaneler buluşma kulübüydü öğrencilere. Özgün kitapları bulup deli gibi okurduk kültür uğruna. O yıllarda Sina’ma ve Tiyatro sosyal hayatımızın tek rengi ve zenginliğiydi. Anneler bahçelerde beş çayı partisi yapar, komşular dostlar kır kokusuna bulanarak tertemiz bir havayla toplanırdı erik ağacının altında, mutluluklar paylaştıkça çoğalırdı etrafımızda. Akmaya başlardı muhabbet çeşmesi, bir mine çiçeği kadar zarif o sözler, sarmaş dolaş olurdu birbiriyle.

 

Telefon yoktu evlerde, tablet, bilgisayarda yoktu o yıllarda, buram, buram hasret kokan mektuplar yazardık sevdiklerimize. Dayandığımız her zorluk, başlarımıza taç olurdu zamanla.   

Sonra biz birinci nesil büyüdük, mutluluğumuz devam etti her koşulda.

Zamanla bir nesilde biz getirdik dünyaya, onlarda büyümeğe başladı zamanla ve mutluluklar azalmaya başlamıştı usulca. Ama bitmemişti hepten. Derken onlarda büyüdüler ve bir nesli de onlar getirdiler bu mayın tarlası dünyaya. Ayaz girmeğe başlamıştı pencerelerden ve üç nesil birden üşümeye başlamıştık insansızlıktan, güvensizlikten, sevgisizlikten.

Fırtına kuşları sarmıştı gökyüzünü. En kutsallar ayaklar altında dağılıyordu kum gibi, ormanlardan cehennem homurtuları iniyordu kentlere. Tohumlar bozuluyordu kasıtlı. Yeryüzündeki canlılar telef ediliyordu virüsle.

Artık baykuşlar tünemişti kırlara ovalara, AVM ler uğruna katlediliyordu ormanımız ve meyve taşan bağlarımız. Gökdelenlerin yükseldiği kırlara ovalara kar düşmez oldu. İnsanlığın kirine bulaşmamak için olsa gerek ki, bembeyaz kar daha havadayken kendini imha ediyordu.

Adamlar çocuklarının annesini öldürüyor, bakire kızların kafaları kesiliyor, baba, kızını hamile bırakıyor, taze ve temiz çocuklar şeytan ayinlerinde kurban ediliyordu. Aileler parçalanıyor, yeni evlenenler, üç beş ayda ayrılıyordu. Haramlar helal gibi iştahla yeniliyor, yoksul gözetilmezken, hırsız ve sahtekârlar baş tacı ediliyordu. Dürüst kalmış bir avuç insan hor görülüp aşağılanıyor, zalim halklar mazluma savaş açıp soykırım uyguluyordu. Huzuru arayan savaş mağdurları dünya sokaklarında göçebe, kurtulmaya çabalarken denizlerde çoluk çocuk boğulup ölüyordu.   

Biz üçüncü neslin ilkleri; mutluluktan sonra hüzün girmişti yaşlı ve yorgun yüreklerimize. Sufi müziğinin suskun dervişi gibi, acıyla olanları izliyor ve ağlıyorduk.

Neler oluyordu! Hangi iblisler savuruyordu dünyayı kül gibi? Hangi faili meçhuller kıyıyordu hunharca insana ve insanlığa! Her yer kapkaranlık, önümüzü göremez olmuştuk artık. Köhne kentlerin karanlık tünellerinde, şeytan ayinlerinden kahpece kahkahalar yükseliyordu.

 

Sahi!   55 li yıllarda dünyaya gelen o mutlu çocuklar biz değil miydik? Şimdi doğduğumuza bin pişman ızdırap içindeydik.

Telaş içinde koşup duran zaman bizi mutluluk yıllarından mutsuzluğa, aydınlıktan karanlığa çıkardı. Buz dağı gibi dondu dudaklarımızdaki gülüşlerimiz. Çürümüşlüğün pis kokusundan nefes alamaz olduk. Dünyayı bu hale getiren faili meçhullerin lanetine bulaştı bir kez insan.

Bu yüzden terk etti Tanrı bizi.

Ancak bir NUH tufanıyla temizlenir yeryüzü.

 

Nur Gökırmaklı

 

 

PAYLAŞMANIN ERDEMİ “10 Ocak 2024”

 

Yıl 2024

Sabaha karşı çöplükleri mama bulma ümidiyle karıştıran kediler gördüm,

Yoksul kediler!

Yüzlerini maskeyle kapatıp, pazarların akşam döküntülerini karıştırıp, işe yarar sebzeleri seçerek tenceresini kaynatmaya çalışan kadınlar gördüm,

Yoksul kadınlar!

Hava kararınca yol kenarındaki çalılıkların içine mukavva serip uyuyan adamlar gördüm,

Yoksul adamlar!

Gecenin ıssız saatlerinde camilerin arka duvar diplerinde, çoluk çocuk bir yorgan altında büzüşerek kuru ekmek ısıran evsiz aileler gördüm,

Yoksul aileler!

Uzak köy yollarında, yamalı önlük altında çıplak ayaklarıyla, annesinin yırtık terlikleri ayağında, karda, yağmurda okula giden çocuklar gördüm,

Yoksul çocuklar!

Ülkenin en iyi üniversitelerinde, en güncel fakülteleri kazanan büyük beyinli gençler gördüm, parasızlık yüzünden büyük kentlere gelip okula başlayamayan.  Başlayanı da gördüm, sararmış rengiyle gece çalışıp gündüz okula giden,

Yoksul gençler!

Yetmişini geçen yaşlılar gördüm, ayakta durmakta güçlük çeken, duvar diplerinde mendil, yara bandı satarak gün ekmeği bekleyen,

Yoksul yaşlılar!

Tedavi parasını ödeyememiş, hastalar gördüm hastanelerde, göz yaşları içinde rehin alınmış,

Yoksul hastalar!

Savaşın bile bir onuru varken, oluk, oluk kanı akıtılan çocuklar gördüm namlunun ucunda, aşkı tanımadan topluca toprağa gömülen.

Bu kadar acı varken dünyada, gözlerimde anlamını yitirdi yaşam.

Dünyanın ahengini ve adaletini bozarak acıları doğuranlar vardır bir de.

Bunlar kazanma ve biriktirme hırsından, körelen duyguları ve gözleriyle neşe içinde cahilce erdemsizliğin bahtiyarlığıyla yaşarlar.

Oysa dünya herkese yetecek kadar zengin ve doğurgandır. “Veren el alan elden üstündür” söylemi, veren elin “Kudret “eli olmasındandır.

Yoksula verirken, Yüce yaratıcının kudret elini uzatıp senin benim, onun elini kullanarak kullarına ulaştığını bilselerdi keşke.

Ama gel gör ki onların kudreti (Tanrısı) para ve mal hırsı olmuştur artık ne yazık…

 

YOKSUL ÇOCUK

Kara, kapkara bir kış gününde

Gördüm o çocuğu sur diplerinde

Bakıyordu çevreye umutsuz gözleriyle

Gri gökyüzünde dolaşırken çığlık kuşları

Akıyordu gözlerinden yıldız, yılız yaşları

Ayağında çorabı yoktu, sırtında da paltosu

Ayazda elleri dudakları mosmordu

Hüzünlü bir gurbet akşamına benzeyen yüzü

Sabahın ilk saatlerine doğan bir nurdu

Yoksulluğun vadisinde mağrurca duruyordu…

Nur Gökırmaklı

 

VAROLUŞDA İNSANLIĞIN KAÇINCI BİN YILINDAYIZ?  “14 Aralık 2023”

 

Bir Mit ressamı olarak 13 yılı aşkın bir zamandan bu yana yaratılış serüveninin başlangıcına ulaşmak için mitlerin ayak izlerini takip etmekteyim. Gerek tarihi bilgiler gerekse kalıntı ve buluntular beş altı bin yılın ötesine geçememişti. Daha ilerisi sisler ardına itilmiş gibiydi.

Fakat eski tarihi bilgileri temelden sarsan bir gelişme oldu. Anadolu topraklarında bulunan URFA ilinin 40. km yakınında yapılan kazılarda dairesel görkemli bir yapı ortaya çıktı. Yuvarlak yapının içinde bulunan T biçiminde birçok sütun ve üzerinde çeşitli kabartma figürlere rastlandı. Bu yapının bir tapınak olduğu tartışmalara açılmıştı. Tarihsel olarak Mısır, Mİnos ve Mezopotamya uygarlıklarından 7 bin yıl daha eski bir yapı olduğu bilim adamlarınca kanıtlandı. Bildiğimiz tarih artık 12 bin yıl öncesine taşınmıştı. Bu yapıya dairesel olması dolayısıyla “göbekli tepe” adı verildi.

Şimdilerde ise bu tapınağın yeryüzünde bulunan tapınakların en eskisi olduğu ve hatta insanlığın başlangıç noktasının göbekli tepe civarı olma ihtimalinin yüksek olduğu tartışılmaktadır.

Henüz taş devrinin yaşandığını gösteren bu tapınağın sütunlarında görülen sanat değeri yüksek kabartma figürlerin bu dünya insanına ait olmadığı sanısı mevcut. Birçok hayvan figürlerinin yanı sıra insan figürleri de mevcut. Ancak bu insana dair figürler konuyu inceleyenler tarafından “hem insana benziyorlar hem de benzemiyorlar, fakat insan değiller” söylemleri sürüp gitmeye devam ediyor.

Hâlâ da hangi amaç için bu tapınağın inşa edildiği tam bir netlik kazanamadı.

Kaldı ki buz devrinin henüz sona erdiği ve insanın yazı, tekerlek, çömlek gibi gereçlerle henüz tanışmadığı bir zaman diliminde bu tapınak hangi bilgi, mühendislik, mimarlık, sanat, hangi amaç için ve kimler tarafından yapılmış olabilirdi.

Öyle ya! Henüz mağaralara sığınan ve avcılıkla yaşamaya çalışan bu ilkel insanlar birden bir tapınak yaparak fikir alışverişinde bulunup dini ritüeller yapabilmişlerdi. Ayrıca; Dicle ve Fırat ekseninde hızla genişleyerek şehirler, yollar, Tapınaklar inşa edebilmişlerdi.

Bu hızlı ilerleyiş elbette ki bize yine uzay bağlantısını hatırlatmaktadır. Antik çağlardan bugüne ulaşan taş tabletlerde de uzay ırklarının ilkel kavimlere gelerek yol yön ve bilgi aktarımı yaptıkları açıkça belirtilmiştir.

Göklerden gelen bu varlıkların gerek değişik ve görkemli fiziksel yapıları, gerek kullandıkları araçları ve gereçleri, üstün yetenek ve bilgileri, ilkel insanı şaşkına çevirmiş, bu varlıkları “Tanrı” olarak algılayıp böyle tanımlamışlardı. Kısaca uzaylı yardımları insanlık tarihinde yepyeni sayfalar açarak onların evrimleşmelerini sağlamıştı.

Ancak! Ben şahsen Dünyamızın çok da genç olmadığını düşünenlerdenim. İnsanlık tarihinin Göbeklitepe’yle sınırlı kalmayacağını, arkeolojik kazılar yapıldıkça insanlığın varoluş serüveninin çok daha eski çağlara uzanacağı kanaatindeyim,

 

Nur Gökırmaklı

 


IŞIĞI GÖREBİLMEK  
“6 Kasım 2023”

 

Mitoloji ve Astroloji her şeydir!

Tüm bilgilerin temeli ve başlangıcının en önemli öznesidir.

Bilim ancak mitoloji ve astroloji ışığında yükselerek yol alabilir.  Tarihi kayıtlar Mitlerle başlar. Teoloji ise mitler için var edilmiş mühim bir ayrıntıdır. Teolojinin sırları Mitlerin yaşam serüveninde gizler kendini. Musiki ise Teolojinin görkemli sesidir.

Saydığım bu kavramların toplamı da felsefenin beyni ve dilidir. Sanat ve Edebiyat ise, bu kavramlar topluluğunun doğurduğu bir lotus çiçeğidir ve aynı zamanda ruhudur.

Bu kavramlara dair bilgilere sahip olmayan bir edebiyatçının yazıları kuru bir kalabalıktan öteye geçmez. Okuyucusunu yazısına kilitleyemez, çünkü yazının ruhu yoktur. Kelimelerin canlı oluşu tam da buradan gelmektedir. Yunus Emre’nin dediği gibi, “ruhsuz yazı sürü savaşına benzer! Ya da söz odur kese savaşı, söz odur kestire başı” bu kavramları yeterince irdelediğimize göre asıl konumuza giriş yapma vakti:

Batılı ülkelerin arkeolojik kazılara neden bu kadar önem verdiği, Astrolojiyle neden bu kadar yakından ilgilendiği ve dahi bunların getirisi olan bilim ve teknolojiye verdikleri önemi hepimiz yakinen biliyoruz. Bu büyük başarıya ulaşmalarındaki asıl etken, arkeolojik kazılara ayırdıkları zaman ve verdikleri emekle ilişkilidir. “Geçmişini bilmeyen geleceği göremez” söylemi tamda bu noktada geçerlidir.        

Ülkemizde ise aydınlarımızın bu konulara ilgisizliği yüzünden, Kültür Bakanlığı’mızın ise kazıların devlet bütçesine yük olduğu düşüncesi yüzünden,

Arkeolojik kazılar bir angarya gibi görülmüştür.

Dolayısıyla bu önemli konuyu batılı arkeologlara severek teslim etmişlerdir, ne yazık değil mi?

Oysa bu buluntuların bırakın astroloji bilim ve teknoloji boyutunu, sadece turizme açılması bile ülkemizin kalkınmasında sağlayacağı katkı dahi göz ardı edilmiştir.  Bunun adına ne demeli ki!  Tembellik mi! Cehalet mi bilemiyorum.

Daha kısa süre önce sosyal medyada konusu mitler olan bir şiir yayınlamıştım ki, kendisini çok önemli bir edebiyatçıymış gibi gören bir sayfa arkadaşım bu şiirime bir yazı yazarak gönderme yapmıştı. Yazısında hayatta olmayan değerli bir şairin yazdığı mitolojik bir şiirle söze başlamış, aklımda kaldığı kadarıyla “efendim falanca şair bir zamanlar mitoloji üzerine şiir yazmıştı da o şiiriyle kimseler ilgilenmemişti. Mitoloji gereksiz ve gerilerde kalmış boş işlerdir “gibi şeyler saçmalayarak kendince benim şiirimi yermeye çalışırken o saygıdeğer şair büyüğümüze de hakarette bulunduğunun farkına bile varamamıştı. İşte ülkedeki aydınlarımızın sığlığı cehaleti bu boyuttayken bu ülke nasıl kalkınacak hiç bilmiyorum. Siz biliyor musunuz? …

 

Nur Gökırmaklı

 

ŞİİRDEKİ YENİLİKLER   “9 Ekim 2023”

 

Yüzyıllar içinde şiirde çeşitli akımlar başlatıldığını biliyor muyduk? 19. Yüzyıl sonlarına doğru şiire yeni bir renk gelmeğe başladı, ilk olarak da 1924 yılında Fransa’da başlayan çağdaş edebiyat akımı şiire yepyeni bir boyut kazandırdı. Gerçeküstücülük (Sürrealizm) Varoluşçuluk (Tanrı bilimi) ve Sembolizm (Az kelimeyle geniş anlatım) bu akımın öncüleri A. Breton- Aragon ve Elvar’dır.

Duyguların çarpıcı imgelerle anlatılması, şiire felsefe kapılarını da aralamıştır. Böylece şiir sıradan düz ve basit anlatımların yerine, geniş anlamlar içeren kısa cümle ve kelimelere yerini bırakınca, okuyucu birikimi ölçüsünde, duygu ve düşüncelerine aradığı cevapları bulmuş ve şiir bir şölene dönüşmüş.

Ayrıca sürrealist şiirlerle insan bilinmezine kendini çözme ışığını da yakmıştır. Öyle ya! Bu koca evrende kendi iç evrenini genişletmeğe çalışmak iç derinliğindeki matematiği çözmek önemlidir. Nerde kendini bulacağını bilmek ve o yöne gitmek, sorulan sorulara cevap aramak, kendine sorduğu sorulara cevap bulmak var içinde.

Bedensel varlık, yiyen içen, uyuyan, damarlarında kan akan bir varlıktır.

Ruhsal varlık ise, yer kaplamadığı halde düşünen ve soru sorandır. İç evrenimiz dış evrenin bütün çekirdeklerini taşımaktadır. Evrendeki tüm canlı varlıkların karakterlerini içimizin bir yerlerinde taşırız. Bu nedenle kendimize küçük evren demek doğal bir söylemdir.

Bu tarzda yazılan şiirler, öteden beri evrenle insan arasındaki gizemleri, sırları, çelişkileri, imgelerle biçimlendirerek gözler önüne sermektedir.

 

Yani birilerinin dediği gibi “Gelecekte hatırlanmayacak şiirler” ifadesini kapsamaz. Zaten şiir gelecekte hatırlansın diye de yazılmaz. Yaşamlar ne geçmişte ne de gelecektedir. Yaşamlar andadır. Yarınını hiç kimse garanti edemez. Yazınları okuduğunuz an da kendinize sorduğunuz sorularınıza ve de arayışlarınıza cevap bulmuş ve o yazınla bütünleşmiş iseniz, şiir amacına ulaşmış demektir. Rabındranath Ta Gore, Aragon, Bodyler Shakespeare gibi dünya klasiklerine girmiş şiir babaları, bu tarz şiirleri yazmışlarken, üstelik en çok okunan şiir kitaplarıyken, yukarıda sarf edilen bu cümle onları yok saymak olur. Şiirden ne anlaşıldığı, kişilerin eğitimi ve birikimiyle orantılıdır. Kendisini yenileyemeyen kişiler bu tarz şiirler üzerinde eleştiri veya olumsuz yorum yapma lüksüne sahip değildir.

Türk edebiyatında da şiir çeşitli evrelerden geçmiştir.

DİVAN şairlerinin, şiirlerini para karşılığında yazdıklarını ve bunun için kendilerine patron olarak da padişahı ya da devlet büyüklerini görmeleri üzerine bina edilmiş gibi gösterilse de bu büyük bir haksızlıktır.

Divan şairlerinin bütününe bu bakışla bakmak hatadır. Divan şairlerinin yazınları siyasi, sosyal, zihni ve estetik, boyutuyla ele alınmasını gerektirecek kadar geniş bir zemin üzerine oturtulmuştur.

Örneğin; Fuzûlî’ lirizmi meşhurdur. Baki’nin ihtişamı, Naifi’ nin söz zenginliği

Nabi’ in hakemliği, Şeyh Galip’in derinliği, Nedim’ in zarafeti, cümlelerinde kendilerini açıkça sergiler.

CUMHURİYET dönemi şairlerimizin yazınlarında da daha çok milli duygunun öne çıktığı görülür. Vatana, coşku heyecan doruk noktadadır. Örneğin: M. Akif Ersoy Şiileri gibi.

Çağdaş akım dediğimiz son dönem şairleri, Salah Birsel, Attila İlhan, Ataol Behramoğlu v.s gibi isimlerin çoğunlukla “Sembolizm” tarzında şiir yazdıkları görülür, az sözle çok anlatım biçimindeki bu yazınlar şiirdeki matematiği hatırlatır ki, çözmek oldukça keyiflidir.

Esasen şiir, gelenek, görenek, sosyal yaşam ve ekonomik durumların dışında kalmalıdır. Şiir kendi yapısı içinde illâki hayallerden beslenen canlı bir organizma gibidir. Hayatın gerçeklerine dair yazılan şiirler, olayların kısa cümlelerle sembolize edilmiş şeklidir. (Milli duyguların coşkusu, savaş övgü, öfke, alay etme, aşağılama, memleket sevdası, kişilerin politik görüşüyle ilgili savunma vs.  Bu tarzda yazılan şiirlerde lirizm yoktur. Dolayısıyla feyiz almak, huşû duymak da olanaksızdır. Hayal gücü olmayan bir şiirin ruhu da yoktur. Kısaca evrenin sonsuz sokaklarında kendinizi arama zenginliğini bulamazsınız.

Batılı edebiyatçıların: Gerçeküstücülük (Sürrealizm) Varoluşçuluk (Tanrı bilimi) ve Sembolizm (Az kelimeyle geniş anlatım)

Diye isimlendirdikleri bu yeni akım şiirin, geçirdiği evrelerin, kendi kalıpları içerisinde kendini nasıl genişlettiğini, yazdığım bir şiiri sizlerle paylaşarak örneklemek istedim.

 

KARAR SESİ (Tanrı’ya sitem)

 

Piyanodan çıkan karar sesi gibi,

Göstermeden yüzünü,

“Gel!” diyorsun

“Şatomda bekliyorum!”

Ey göksel Ulu!

Çağlardan beridir yakarıyorum,

Aç şu perdelerini, göster yüzünü,

Neden hâlâ saklanıp duruyorsun,

Âşıkların sabrı kıt olur

Sen bunu bilmiyor musun?

 

Gelmek isterken,

Ağlara takılan balıklar gibi çırpınıyorum,

İzini bulup, bulup kaybediyorum

Devingen düşler gibi!

Acılar eskitti toprak bedeni,

Bu yalan dünyada kurşunlara dizildi,

Kan karanfili gibi yerlere düşürüldü,

Çiğnendi, ezildi,

Yetmez mi?

Göz yaşlarım doldurdu aşk kadehlerini

Sana sunulmak için.

Bilirim sen bedenleri değil, erdemleri istersin.

 

 

Ey cevherimin canı!

Geleceğim sana

Çağların içindeki tekerrür tarihinden.

Gözyaşımdan elmasları yakama takarak,

Yüreğimi çıkarıp dipsiz kuyulara atarak,

Senden gelen acılarımın çocuğunu kucağıma alarak,

Bekle beni şatonda

Ey Kral!

 

Dünya’ya ilk geldiğimde su perisi gibiydim

Saf ve parlak,

O zamanlar attığım adımlar sendin,

Söylediğim şarkılarda

Çocukluğumun beyaz bakışlarına

Mürekkep dökülmemişken henüz,

Ay’ın sulara yankı yapışı gibi buluşurduk seninle

Mükemmelliğini en çok çocuk saflığında gördüm.

Büyüdükçe kirlendim ve kaybettim izini!

Karar sesinde durmayan zaman

Bin bir acıdan geçirdi beni!

Göz yaşlarımda yıkanıp temizlendim,

Şimdi yeniden duymaktayım sesini,

“Gel!” dediğini!

Bekle beni,

Ruhumun Efendisi!..

 

Nur Gökırmaklı

 


KARAR SESİ (Tanrı’ya sitem)

 

Piyanodan çıkan karar sesi gibi,

Göstermeden yüzünü,

“Gel!” diyorsun

“Şatomda bekliyorum!”

Ey göksel Ulu!

Çağlardan beridir yakarıyorum,

Aç şu perdelerini, göster yüzünü,

Neden hâlâ saklanıp duruyorsun,

Âşıkların sabrı kıt olur

Sen bunu bilmiyor musun?

 

Gelmek isterken,

Ağlara takılan balıklar gibi çırpınıyorum,

İzini bulup, bulup kaybediyorum

Devingen düşler gibi!

Acılar eskitti toprak bedeni,

Bu yalan dünyada kurşunlara dizildi,

Kan karanfili gibi yerlere düşürüldü,

Çiğnendi, ezildi,

Yetmez mi?

Göz yaşlarım doldurdu aşk kadehlerini

Sana sunulmak için.

Bilirim sen bedenleri değil, erdemleri istersin.

 

 

Ey cevherimin canı!

Geleceğim sana

Çağların içindeki tekerrür tarihinden.

Gözyaşımdan elmasları yakama takarak,

Yüreğimi çıkarıp dipsiz kuyulara atarak,

Senden gelen acılarımın çocuğunu kucağıma alarak,

Bekle beni şatonda

Ey Kral!

 

Dünya’ya ilk geldiğimde su perisi gibiydim

Saf ve parlak,

O zamanlar attığım adımlar sendin,

Söylediğim şarkılarda

Çocukluğumun beyaz bakışlarına

Mürekkep dökülmemişken henüz,

Ay’ın sulara yankı yapışı gibi buluşurduk seninle

Mükemmelliğini en çok çocuk saflığında gördüm.

Büyüdükçe kirlendim ve kaybettim izini!

Karar sesinde durmayan zaman

Bin bir acıdan geçirdi beni!

Göz yaşlarımda yıkanıp temizlendim,

Şimdi yeniden duymaktayım sesini,

“Gel!” dediğini!

Bekle beni,

Ruhumun Efendisi!..

 

Nur Gökırmaklı

 

BİR ULUSU ULUS YAPAN DİLİDİR “6 Eylül 2023”

Güzel Türkçe’miz bu günkü sadeliğine ulaşmış ise, mazide on ciltlik bir dil hazinesini mezara gömerek gelmiştir. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk geçmişte Arap’ça, Fars’ça ile bir dolu ifadeleri uzun uzun rendeleyerek, dilimizi temizlemiş, Latin harfleriyle sadeleştirerek en kolay kullanım biçimine ulaştırmıştır. İfade etmek istenilen şeyi üç cümle ile anlatmak yerine, zihni yormadan kısa bir cümle ile ifade etme yöntemleri üzerinde uzun uzun çalışmalar yapmıştır. Uzun cümlelerle boşa harcanacak enerjimizi başka alanlarda kullanarak üretim yapmamızı amaçlamış ve bizler için çok emek sarf etmiştir.

Tüm bu emeği hiçe sayarak, dilimize bir yığın yabancı kelimeleri taşıyıp cümleler kurmaya hevesli, kendini entelektüel sayan sözde aydınlara ne demeli! Dünya devletleri resmi dillerini mücevher gibi korurken, biz Türkler, bozuk para gibi harcamaya neden bu kadar hevesliyiz?

Nedenini söyleyeyim mi? Koskoca bir “Kompleks”. İşin acı tarafı cümlelerin içine yabancı kelimeleri sokarak konuşanların karşısında sus pus oluşumuzdur. Yüzlerce örnekten bir iki tanesini vermek istiyorum.

Örneğin: “Devlet başkanımızın Novisliği ( Novice =Türkçe’ si acem, tecrübesiz ) ülkeyi zor duruma düşürdü ” bunun gibi yüzlerce yabancı kelime. Şimdi değerli okurlar, acemi kelimesini kullanmak bu kadar zor mu? Üstelik bu Fransız’ca kelimeyi toplumda kaç kişi biliyor ki söyleneni anlayabilsin? Bir Alman bir İngiliz’in ya da bir Fransız’ın konuştukları vakit Türkçe ’den bir kelime alıp da milli dillerinin içine serpiştirerek konuştuklarına hiç şahit oldunuz mu? Ya da lügatlerinde yer verildiğine rastladınız mı? Hayır, çünkü bu yöntem sadece Türklere mahsus bir meziyettir. Dilimizi kirletmeyi marifet sayanlara karşı hepimizin örgütlenmesi gerekmektedir.

Edebiyat otoritelerinin, Türk Dil Kurumu’nun ve eğitmenlerin en hızlı iletişim aracı olan TV kanallarından konuyla ilgili eyitici programlar hazırlamaları ivedilik gerektiren bir hal almıştır. Unutmayalım ki; “Dini ve dili olmayan bir ulus, ulus değildir” Bizler dinimize, dilimize, kültürümüze, tarihimize sahip çıkmazsak, birileri gelip tahribat yapacaktır.

Ülkemiz dış düşmanlara fazlasıyla sahipken, hiç değilse bizler içerde kendi düşmanımız olmayalım. Yabancı dili kendi formatı içinde kullanmak elbette bir zenginliktir. Buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Fakat, kendi dilimizi zenginleştirmek istiyorsak, Türkçe Dil Kurum’unun düzenlediği dil bilgisi kaynaklarını inceleyip kelime köklerinden yararlanarak yeni ifadeler üretmek daha mantıklı bir sonuç vermekle kalmayıp, dilimizi zenginleştirecektir.

Fransızca ve İngilizce sözlükleri karıştırırken dikkatimi çeken bir şey oldu “kapital, kapitalist, “sözcüklerinin anlamının sermaye, sermayedar olduğu yazılıydı. Bizim imla kılavuzumuza girmiş olan bu sözcük kapital, kapitalist olarak girse de anlamı yine sermaye olarak yazılmıştır, ancak sermaye, sermayedar açıklamasıyla ifade etsek bile sermaye sözcüğü de yine yabancı kökenlidir.

Ayrıca, camp” sözcüğünün Türkçe karşılığı “barınak” iken, biz yine öz ifademizi rafa kaldırıp, onların kullandığı sözcüğü benimsemiş ve bunu kapital sözcüğü gibi imla kitaplarımızın ve sözlüklerimizin baş köşelerine oturmuşuz. Dilerseniz bir Fransız ve İngiliz lügatinden sizlerde araştırmanızı yapın. Biz mi onlardan ’dan alıntı yapmışız? yoksa onları mı bizden alıntı yapmış, bunu tartışalım.

Bir başka kelimeyi de kısaca irdelemeden edemeyeceğim. Son yıllarda kahvehane türü yerlerde sıcak çikolata içmeğe ve bunu yabancı dilde telaffuz etmeğe bayılan gençlerimizi bilirsiniz. CAFE (Türkçe ’si kahvehane)

CAPUÇİNO (sıcak çikolata) yabancı sözcüklerdir, oysaki, anlamları her iki dilde de aynıdır. Şu kapuçino yerine sıcak çikolata içmek istiyorum demek bize zulmü geliyor acaba? Yoksa o şekilde ifade etmek daha mı havalı oluyor? Doğrusu bunu hiç anlamış değilim. Sözü uzatmaya gerek yok. Baktığınızda, dilimize hatta dil bilgisi kitaplarımıza girmiş bir yığın yabancı sözcükle karşılaşırsınız. Bu anlamda en çok zarar gördüğümüz kurumlar medya kurumlarıdır. Sürekli olarak dışardan laf taşıyan dedikoducu kişiliklere benzetmek yerinde bir tanımdır. Bugüne kadar olanlar olmuş olmasına da hiç değilse bundan sonrasında idealist davranarak güzel Türkçe’mize yapılan zulme dur diyelim. Büyük önder Atatürk’ün emeklerini hatırlayalım.

Bu yorumları bir tarafa bırakıp birazda TV dizilerindeki argo ifadelere dokunmak istiyorum. En hızlı iletişim aracı olan TV kanallarındaki dizilerde, argo olmazsa olmazmış gibi hızlı bir moda akımı var şimdilerde. Dizide rol alan genç kızlarımızın birbirine “olmaz abi, tamam abi “gibi hitap biçimleri, oldukça şaşırtıcı, ayrıca her yaştaki oyuncuların sık kullandığı kelimelere bakın. “Mayalama ulan, gerzek gerzek gülme kız, ohhaa at gibi karı, çüüşş bee, çok konuşma dallama “bu dizileri yazan senaristlerden tutunda oyuncusuna varana kadar, aradaki tüm ilgililer el ele verip toplumun, özellikle de yetişmekte olan genç dimağların ve de güzel Türkçe’nin baş düşmanlarıdırlar. Bu tarzda yazılmış senaryolara, en başta RÜTÜK olmak koşuluyla, TV yayıncısından tutunda, filmin tüm ekibi itibar etmezse, çekmese, oynamasa, yayınlamazsa, yazanlar yazmaktan vazgeçecektir. Dolayısıyla daha terbiyeli, daha edepli ve saygılı bir nesil yetişecektir.  “Bundan daha beter günleri görmekten Allah’a sığınırız”.

 

Nur Gökırmaklı