SÜMER UYGARLIĞI

SÜMER UYGARLIĞI

Sümerler, Mezopotamya’daki en köklü uygarlıklardandır.

Sümerler bundan 6000 yıl önce Dicle ve Fırat nehirleri arası olan Mezopotamya’nın güneyine gelip yerleşmiş, orada büyük bir uygarlık kurarak en az 2000 yıl varlıklarını korumuşlardır, kavmin kendi kendilerine verdiği isim, Ki-En-Gi ve sonraları KENGİ(r)’dir. Bu, Harezmî bölgesindeki ata yurtlarının ismi ama aynı zamanda Orta Asya’da bir Türk boyunun da ismidir. Sümer ya da Sümerler adı ise onlara Akadlar gibi Samî kavimler tarafından verilmiştir. Sümer ismi Türkçe’mde “tepesi yüksek, sivri dağ” demektir.

Sümerler, M.Ö. 4000 yılın ortalarından itibaren Mezopotamya’da insanlık tarihinin en eski ve en temel medeniyetini yaratmış kavimdir. Onlar, dünyada ilk olarak kendilerinin ürettiği çivi yazısı ile insanın beyninden geçirdiği ve dilinin söylediği şeyleri diğer insanlara ulaştırmanın ve gelecek nesillere iletmenin mümkün olduğunu ispat etmişlerdir. Bu yazıya, enine boyuna konulmuş çivilere benzediği için çivi yazısı denilmiştir. Sümerler hem kendileri istediklerini yazabilmişler, hem de Ortadoğu milletleri olan Babil’iler, Asurlular, Huriler, Hititler ve Urartuların da kendi dillerini yazmalarını sağlamışlardır. Utaritler ve Persler de bu yazıdan harf yazısı yaparak yararlanmışlardır. Sümer yazısı, Mısır yazısının icat edilmesine de önderlik etmiştir. Bulunan ilk Sümerce yazılı kanun kitabı, yeni Sümer devrini başlatan üçüncü Ur sülalesinin kurucusu Unumu tarafından kaleme aldırılmıştır. İlayda ve Odesa yazılmadan asırlar önce, Sümer’de efsaneler, şiirler destanlar, ilahiler, ağıtlar, atasözü koleksiyonları, masallar ve hikâyelerden oluşan zengin ve gelişmiş bir edebiyat mozaiği bulunuyordu. Mimari konusunda Batı uygarlıklarına örnek olmuşlardır. Bundan en az beş bin yıl önce Sümerlerin uyguladıkları kemer, kubbe sistemi, sütunlar, yuvarlak pencereler, mozaikler, duvar süsleri, kabartmalar, sunaklar, nişler Ortadoğu’da olduğu gibi, Yunan, Roma yoluyla Batı mimarisine girmiştir. Yapılarda kullanılan tuğla, kerpiç, evlere kadar künklerle getirilen suyolları evlerde tuvalet, lağım teşkilatı Sümerler ‘de başlamıştır. Kanallar açılarak bataklıkların kurutulması, tarımın sulanması, baraj uygulaması yine Sümerler ’de başlamıştır. Bugün uygarlığımızın temeli olan tekerlek, bundan en az beş bin yıl önceye ait Ur kralları (Sümer Hanedanları) mezarlarına gömülmüş arabalarda ve birçok kabartmada tekerlek figürü görülmektedir. Bütün olayların gökyüzünde yazılı olduğuna inanan Sümerler, onu incelerken astronomi ve astrolojinin temelini kurmuşlardır. Matematikte onlu ve altılı sistemi bulmuşlardır. Yunanlı Pisagor’a Mal edilen teorem de Sümer taş tabletleri üzerinde çizilmiş olarak bulunmaktadır. Cebir’in kökeni yine onlar vesilesiyle dünyaya kazandırılmıştır. Aşağıdaki kelime ek ve köklerine bakıldığında atalarımızın Sümerler olduğunu, hatta süregelmiş geleneklerimizin çoğunun aynı olduğu bilinmektedir.

ada, (ata) => ata eme (anne) => ana
kür (dağ) => kır (dağ toprak)
US (üç) => üç tu => tut- geg (ek-) => ek-
yen (âli, yüksek, en) =>
EN uzun=> uzun, uza ut (ateş) =
od udun (ocak, yanıcı madde) => otun –
odun" me, ze, ene => ben, sen, öge (kuş) => kuş kır (yer) => kır

TÜRK ADINI TAŞIYAN iLK DEVLET

Bize hep “Türkler Anadolu’ya Malazgirt Zaferi’yle girdi” diye öğretildi. Ama bilim böyle söylemiyor. Prof. Dr. Ekrem Menmiş, Türker’in Anadolu’ya Malazgirt Zaferi’yle girdiği ve bu zaferle Anadolu’nun 1071′de el değiştirdiği iddiasını çürüttü. Arkeolojik buluntular ve bilgi, belgeler Anadolu’ya 1071 Malazgirt Zaferi’yle girilmediğini ortaya çıkardı. Anadolu’ya Malazgirt Zaferi’yle girildiği yanlışını düzeltmeye çalışan Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Menmiş, “Anadolu Türker’in ikinci yurdu değildir. Anadolu Türker’in anayurdudur. Anadolu’da bundan 8 bin yıl önce de Türk devletinin varlığı belgelerle kendini gösteriyor. Bu yanlış öğrencilere öğretiliyor” dedi.

ÇİVİ YAZILI METİNDEKİ TÜRK KRALI

Bugün Gazetesi’nin haberine göre; Menmiş, tezini belgelere dayanarak şöyle anlattı: “Elimizdeki metinler M.Ö.2 bin 200′lere ait bir olayı anlatıyor. Akat Kralı Mezopotamya’dan gelmiş. Fırat nehrini geçmiş ve Anadolu’ya geçmiş. Anadolu’da o zaman küçük küçük şehir devletleri var. Bu küçük şehir devletlerinden 17’si Hattı Kralı Papa’nın önderliğinde bir araya gelmişler ve Akat Kralı’na karşı vatanlarını korumak için mücadele etmişler.

Bu 17 kraldan biri de çivi yazılı metnin 15. satırında geçen Türki Kralı İl şu-Nail’di. Burada geçen Türki kelimesinin Türk olduğuna şüphe yok. 2 bin yıl da buradan koyduğumuzda 4 bin 250 yıl önce Anadolu’da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor.”

8 BİN YILLIK GEÇMİŞİ VAR

Menmiş, bu Türk krallığının da Huri isimli bir kavimden geldiğini belirterek, bu kavmin M.Ö. 3. binde yaşadığını ve dillerinin Türkçe ile aynı dil grubuna girdiğini söyledi. Türki krallığını oluşturan grubun bu kavimden geldiğini ileri süren Menmiş, çok geriye gidildiğinde kavmin soyunun 6 binlere dayandığını anlattı. Menmiş, “2 bin de milattan sonraki dönemi eklediğinde 8 bin yıllık geçmiş ortaya çıkıyor” dedi.

M.Ö 18’inci yüzyıl'da kurulan, zaman içerisinde tahrip olan antik kentin büyük bir bölümü halen toprak altında bulunuyor. Kentin kalıntılarını yeniden gün ışığına çıkarmak için çalışmalar sürerken; Irak Hükümeti, kentten kaçırılan önemli eserleri geri getirmek için girişimlerini sürdürüyor.

3,900 YILLIK KALINTILAR BABİL'İN SIRLARINI TAŞIY0R

BABİL'DEN GERİYE KALANLAR

Bağdat'ın 85 kilometre güneyinde Fırat Nehri'nin kenarında ilk medeniyetin yeşerdiği, Hammurabi tarafından ilk yazılı kanunların uygulandığı antik kentte hala yıllara meydan okuyan eserler bulunuyor. Duvar kabartmaları, Aslan heykeli ve kral yolu bunlardan birkaçı.-Babil Kralı 2. Nebukadnezar'ın eşi için yaptırdığı dünyanın 7 harikasından biri olan Babil'in Asma Bahçeleri ise zamana yenik düşmüş. Antik şehrin bir zamanlar geçit törenlerinin düzenlendiği sokağın yanlarında yer alan 120 kabartma da zaman içinde aşınmış. Kerpiç tuğlalar suyu emdikçe yumuşamış. Ünlü İştar Kapısı'nın yerinde ise bir kopyası bulunuyor.

KAÇIRILAN ESERLER GERİ GETİRİLECEK Antik kentten birçok eser yurtdışına kaçırıldı. Bunlardan en önemlileri dünyada ilk yazılı kanunlar olan Hammurabi Yazıtları. Kentten alınan Hammurabi Kanunları'nın yazılı olduğu taş sütunlar şimdi Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergileniyor. Kentin en önemli giriş kapısı olan ünlü İştar Kapısı ise Berlin Müzesi'nde. Babil Müze Müdürü Müdürü Mina Kasaam ise hayli dertli. Müze Müdürü, "Almanlar 1900'lü buraya gediklerinde her şeyin üstü kapalıydı. Kazarak açığa çıkardılar ve tüm parçaları götürdüler.Taşlarla dolu iki gemi, ağırlık yüzünden Şattülarap Körfezi'nde battı. Götürdükleri taşları labaratuvarda bileştirdiler. 1932 yılında kendi müzelerinde sergilemeye başladılar. İskenderin tahttı da aslında buradaydı. Şimdi nerede olduğu bilinmiyor. Afganistan da olduğunu düşünüyoruz" dedi.

Babil Valisi Mohommed Ali Hussein Al Masoudi ise kentte ait olan eserlerin geri getirilmesi için uluslararası girişimlerde bulunduklarını ve eserlerin bir an önce geri getirilmesi için çalışmalarına hız verdiklerini söyledi. Vali, "2003 yılında başlayan savaş nedeniyle son dönemde Irak'taki birçok tarihi eser yağmalandı; bilinçsizce götürüldü. Şimdi biz bu topraklara ait olan değerlerin yerine getirilmesi için çalışıyoruz" dedi.

TOPRAK ALTINDAKİ ANTİK KENT KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

Babil'in antik kalıntılarını korumak ve onarmak için de çalışmalar yapılıyor. Irak Tarihi Eserler ve Kültürel Mirası Koruma Kurulu ile birlikte çalışan Dünya Anıtlar Fonu, Babil'in kerpiç kalıntıları için bir koruma planı hazırladı. Saddam'ın propaganda amaçlı yaptığı ve eserlere zarar veren inşaları da bu süreçte yıkılacağı belirtiliyor. Kentin büyük bir bölümü ise hala toprak altında. 100 tapınaktan sadece 12 tanesi ortaya çıkarıldı. Eserlerin yeniden ortaya çıkarılması için çalışmalara hız verilecek.

KENTİN ÖNEMLİ ESERLERİ İŞTAR KAPISI

Pişmiş toprak, sırlı ve kabartmalı tuğlaların birleştirilmesinden oluşan, boğa ve ejder kabartmaları, Yeni Babil Devleti'nin başkenti Babil'in iç ve dış sur duvarlarını birleştiren Tanrıça İştar adına yaptırılmış olan anıtsal çifte kapıya aittir. Kapının duvarları, Tanrı Adad'ın kutsal hayvanı boğa ve Babil'in baş tanrısı Marduk'un kutsal hayvanı ejder 'Muşuşu'nun kabartmaları ile süslenmiştir. Tanrıça İştar'ın kutsal hayvanı olan aslan kabartmaları ise Babil'deki tören yolunun iki yanını süslemekteydi. Anıtsal yol kentin merkezindeki Marduk tapınağından başlayarak İştar Kapısı'nı geçer ve sur dışında yeni yıl bayramının kutlandığı 'bayram evi'nde son bulurdu. İştar kapısı ve Tören yolu Yeni Babil Çağı'nın en parlak devri olan II. Nabukadnezar zamanında MÖ 6. yüzyıl sonlarında yapılmışlardır. Kapının ve tören yolunun bir canlandırması da ayrıca sergilenmektedir. Yapının pek çok unsuru da Berlin Müzesi'nde bulunmaktadır.

HAMMURABİ YASALARI

MÖ 1760 yılı civarında Mezopotamya'da yaratılan, tarihin en eski ve en iyi korunmuş yazılı kanunlarından biridir. Babil kralı Hammurabi'nin (MÖ 1728-MÖ 1686) çeşitli meselelerde verdiği kararlar, Babil'in koruyucu tanrısı Marduk adına yapılan Esagila Tapınağı'na dikilen bir taş üzerine Akatça dilinde yazılmıştı. Hammurabi, kendisine bu kanunları yazdıranın güneş tanrısı Şamaş'ın olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla kanunlar da tanrı sözü sayılıyordu.Arkeolog Jean Vincent Scheil'in 1901'de Susa, Elam'da bulduğu (bugünkü Huzistan, İran) ve Fransa'ya taşıdığı Hammurabi Kanunları'nın yazılı olduğu stel, Paris'tek Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir. Yaklaşık iki metrelik silindirik bir taşın üstüne çivi yazısı ile yazılmış olan kanunlar tam 282 maddedir, ancak bu maddelerin 30'u (madde 66-99) şu anda okunamayacak durumdadır. 13 sayısı uğursuz sayıldığı için 13. madde yazılmamıştır.

 

ANTİK SÜMER’DE GILGAMIŞ DESTANI

Gılgamış tarihte ilk kıral kahraman!

Gılgamış sarayın Fırat nehrine bakan bölümünde oturmuş, suların üstünde nazlı, nazlı gelip giden yelkenlileri izliyor bir yandan da dalgın dalgın düşünüyordu. omuzlarına kadar düşen siyah ve dağınık saçları, kirli sakalları ve bıyıkları, iri adaleleri, uzun boyu ve iri gövdesiyle bir taraftan çok yakışıklı, diğer yanda güçlü kuvvetli bir görüntü sergiliyordu Halk onu kendilerinden çok üsttün ve farklı bulduklarından, onda bir Tanrısallık var diye düşünmüş ve vücudunun üçte ikisinin tanrı, üçte birinin insan olduğuna inanmaktaydı, bu nedenle annesinin Tanrıça Ninisun babasının ise daha öce Karal Lugalbanda olduğunu konuşuyorlardı. Gılgamış Uruk şehrinin kralı daha önce Gılgamış’ın babasıymış bir gün bir kâhin ona gelip gayptan haber vermiş, “Kıralım! Sizin kızınız bir erkek doğuracak ve torununuz sizi öldürerek yerinize geçecek” demiş. Kıral kızını derhal kızını bir kuleye kapatarak kapısına bir bekçi dikmiş. Kızı bir şekilde hamile kalmış, dokuz ay sonra kızı bir erkek çocuk doğurmuş, bekçi bu çocuğun kıralı öldüreceğinden korkarak kuleden aşağı atmış. O sırada kulenin altından bir kartal uçuyormuş, çocuğu havada yakalayarak bir hurma ağacının altına yavaşça bırakmış, o sırada bir bahçıvan oradan geçerken ne olduğunu anlamak için çocuğun yanına gelmiş ve güzel bir bebekle karşılaşmış, hemen onu alıp evine götürmüş.
Karısıyla birlikte, her şeyi gören ve bilen birisi olsun diye GILGAMIŞ adını vermişler. Çocuk büyüyüp delikanlı olunca bahçıvanın yanından ayrılmış şehir şehir dolaşmaya başlamış, o arada okumayı, yazı yazmayı, ok atmayı derken bilgiyle donanmış. Akıl soranlara akıl, yol soranlara yol göstermiş, Dolaşırken bir gün yol, onu Uruk şehrine getirmiş. Çok güzel ve büyük bir şehir sokaklarını gezmeğe başlamış, şehrin güzelliğini seyredip dolaşırken halktan bazıları onun görkemli görünüşünden yabancı biri olduğunu anlamış ve peşine takılıp onu takip etmişler, nihayet şehrin Pazar yerine gelmişler, derken halk etrafına toplanmış, onun bu görkemli görünüşüne seyre dalmışlar ve hayran olmuşlar. Gılgamış bir heykel gibi duruşuyla hayranlık bırakmış. Şehrin yaşlıları aralarında konuşmaya başlamışlar “Şehrimizin kralı öldü, oğlu da yok, bu genç adam tam bize krallık yapacak biri gibi duruyor.” Gelin bu görkemli genç adamı şehrimize kıral yapalım diye diye bütün şehre yaymışlar. Herkes bu fikre sıcak bakmış ve düşüncelerini Gılgamış’a iletmişler, Gılgamış bu fikri geri çevirmenin aptallık olacağını düşünmüş ve kabul etmiş.
Onu saraya götürmüşler, giydirip kuşatmışlar, görkemi ikiye katlamış, iri yarı yapısı, atletik omuzları, uzun boyuyla tam bir kral görkemiyle tahta oturmuş. Halk için adeta bir şölen başlamış, böylece kendisini istemeyen kral dedesinin tahtı dönüp dolaşıp yine Gılgamış’ın olmuş(Sümer’de her şehrin kendi kralı vardı. Gılgamış Uruk krallığına kavuşuncaya kadar dört kıral değişmiş.) Uruk şehri etrafında bulunan ilkel insanlar sık sık Uruk’a saldırıp kargaşa çıkarıyorlarmış Gılgamış şehri emniyete almak için pişmiş tuğladan üstünde araba geçecek kadar geniş ve kalın duvarlarla şehrin girişini kapatmış ve bakır ve ağaçtan kapılar yaptırarak şehri güven altına almış.
Uruk için çok işler yapmış Gılgamış, Fakat kendini çok yalnız hissediyormuş. Konuşup dertleşeceği bir arkadaşı bile yokmuş. Sonunda bir gün ormanda yaşayan kendisi gibi iri yarı, güçlü ve yakışıklı Enkidu’yla karşılaşmış ve aralarında bir kavga, bir boğuşma geçmiş, sonunda ikisi de birbirini yenemeyince sarılıp dost olmuşlar. Gılgamış Enkidu’yu öyle çok sevmiş ki bir dakika bile yanından ayırmıyormuş. Ormanlarda kimseye göz açtırmayan Umbaba diye bir canavarı birlikte öldürerek halkın rahat etmesini sağlamışlar ve canavarın kellesini halkın önüne atmışlar, halk öyle çok sevinmiş ki onu kahraman ilan etmişler. Bu kahramanlıkları Enkidu’yla birlikte birçok kez tekrarlamışlar. Halk onu kahraman kıral olarak anmaya başlamış. Fakat bir süre sonra çok sevdiği, canımın yarısı dediği Enkidu hastalanmış, gün geçtikçe kötüleşen Enkidu’yu sonunda ölmüş ve Gılgamış günlerce ağlamış.
Gılgamış şehrin insanlarına seslenmiş “herkes yas tutsun” Enkidu’yu yitirdim, acısından saçlarını taramayı bırakmış. Enkidu’yu heykelini yaptırıp şehrin meydanına koydurtmuş. Gılgamış giderek kendi ölümünü düşünmeye başlamış, ölüp yok olma korkusuyla, ölümsüzlüğe çare bulmak için yollara düşmüş. Dağ, bayır, ova, şehir demeden yollar aşmış, yollarda karşılaştığı herkese soruyor” Bu ölümsüzlüğün yolu, çaresi nedir diye soruyor ve ağlıyormuş. Sonunda Budanapiştim isminde birinin ölümsüzlüğün sırrını bildiğini öğrenmiş. Onu bulmak için uzun maceralarla dolu bir yolculuk sonunda
Budanapiştim bulmuş ve ona yaşadığı acıyı anlatmış meşakkatli yolculuğunu, ölmek istemediğini bunun çaresi için kendisine geldiğini açıklamış. Budanapiştim kir pas içinde kalan Gılgamış’a “git yıkan paklan ve biraz uyu dinlen demiş, Gılgamış yorgunluktan orada uyuya kalmış. Budanapiştim karısına dönerek “ her gün bir ekmek pişir ve yolcunun başucuna bırak ”demiş. Karısı her gün bir ekmek pişirip Gılgamış’ın başucuna bırakmış. Ekmekler zamana göre kurumuş, küflenmiş, Gılgamış uyanarak sormuş” ben uyumadım değil mi? Karı koca gülmeğe başlamış ve kadın bak bu son ekmek elini değdir henüz pişti getirdim bak bu 7. Ekmek, altısı burada sen sınavı kaybettin. Gılgamış pişman ve üzgün, “peki ben şimdi eli boş mu döneceğim, halkıma ne diyeceğim? Bunca kahramanlıklardan sonra bu işi başaramadığımı nasıl söyleyeceğim! Kederlenmeye başlamıştı Gılgamış. Budanapiştim kendisine Uruk’a geri dönmesini, halkının başına geçmesini, bulunduğu günü neşeyle geçirmesini tavsiye ederek yanına Usunabi’yi de verip onu yollamış. Üzgün bir şekilde tekneye bindiğini gören Budanapiştim karısı dayanamayıp dile gelerek, “ona neden yardım etmedin? Bari gençlik otunu verseydin. Gılgamış’ı geri çağırdı Budanapiştim. Koşarak geri dönen, Gılgamış içinden ”acaba bana ölümsüzlüğe dair başka bir sır mı verecek diye heyecanlanmış.” Budanapiştim ”Gılgamış biliyorum çok yoruldun, çok üzüldün, seni hayal kırıklığıyla geri göndermek istemiyorum, sana Tanrının başka bir sırrını açıklayacağım, dikenli bir ot vardır koparırken ellerine batacak, ama bu bitkiyi yiyen yeniden gençleşir, gücü kuvveti yerine gelir bu dikken gideceğiniz yol üstünde bulunur, derin bir suyun dibinde, eğer onu çıkarabilirsen yeniden gençleşeceksin, en azından daha uzun yaşarsın” demiş. Onu bir an önce bulmak için acele tekneye bindiler, çok uzun bir yolculuktan sonra dikenin olduğu yere geldiler,
Gılgamış acele suya atladı dikenin yerini buldu onu koparmak kolay değildi, elleri kan içinde kalmıştı ve sonunda onu kökünden sökmüştü, sudan çıktı sevinçten uçuyordu sarıp sarmalayarak koltuğunun altına aldı. Bir süre daha yol aldılar, fakat sıcaktan öyle bunaldılar ki, elindeki dikeni yere bırakarak serinlemek için tekrar suya atladı, bir süre suda kaldı, nasıl olduysa bir yılan süzülerek otun yanına gelmişti ve gelmesiyle otu ağzına alarak yuttu, Gılgamış onu öyle görünce çılgına dönmüştü, bağırıyor, ağlıyor dövünüp haykırıyordu. Fakat olan olmuştu, yılan dikeni yer yemez kabuğunu değiştirmiş pırıl, pırıl bir genç yılana dönmüş çekip gitmişti. Kıyıya çıkan Gılgamış bağırıp ağlarken Usunabi’yi
Söyle Ursun abi bunca zahmete bir yılan gençleşsin diye mi katlandım. Dövünerek döndüğü Uruk şehrinin güzelliğini, yaptığı eserleri, görünce morali düzelmişti Gılgamış’ın…

 

AHURA MAZDA EFSANESİ


Zerdüştlük Dininin İyilik, Aydınlık ve Işık Tanrısı: Ahura Mazda!
Zerdüştlük günümüzden 3500 yıl önce, bir din adamı olan” Zerdüşt” tarafından İran'da kurulan bir dindir. M.Ö 6 yüzyıldan M.S 7 yüzyıla kadar 3 büyük Pers İmparatorluğunun dini olmuştur. Dünyanın en eski tek tanrılı vahiy dinidir. Zerdüştlük 'te iyi ile kötü, yaşam ile ölüm ya da aydınlık ile karanlık arasında sonsuz bir mücadele vardır ve evrenin iyi gücünü yani ışığı/doğruyu temsil eden bilge tanrı Ahura Mazda’dır. Bu Din paganizmdeki insan biçimli tanrılardan uzaklaşmakta, giderek ilahi dinlerdeki tek tanrı imajına bürünmektedir. Onun karşısında varoluşları yıkıma götüren kötü bir güç bulunur ki onun adı Ahriman'dır. İyiliği ve kötülüğü temsil eden bu iki güç, iyinin nihai zaferine kadar yeryüzünde dönüşümlü olarak hüküm sürecek ve ancak zamanın sonunda iyilik galip çıkacaktır. Bu iki gücün arasındaki savaş insan benliğine de yansımıştır, ahlaklı insanın yapması gereken Ahura Mazda'nın tarafına geçmek ve Ahrıman’ı yalnız bırakmaktır. Yalnızca dinsel değil, felsefi ve ahlaki bir öğreti olarak da tanımlanabilen bu inanç formu İranlıların İslam sonrası kültürlerin de tamamıyla silinmemiştir. Ne de olsa zerdüştlük, tek tanrıcılığa yaklaşan anlayışıyla yakın Doğu’nun büyük dinsel hareketlerini derinden etkilemiştir. Yunan dininden hareketle Ahura Mazda'yı Zeus'a benzeten tarihçi Herodotos M.Ö 5. yüzyılda pers dini hakkında bize önemli bilgiler sunar.

"onlar tanrıları için heykel, tapınak ya da sunak yapma ihtiyacı duymazlar. Tersine bu türden tapınma biçimlerini şiddetle eleştiriyorlar. Bana kalırsa persler, Yunanlıların aksine tanrılarını insan biçimli olduğuna inanmıyorlar. Yüksek dağların tepelerine çıkıyorlar ve oralarda gökle bir tuttukları Zeus’a kurban kesiyorlar. Güneş, ay, toprak, ateş, su ve rüzgâr için de kurban kesiyorlar. Onlar, Asurlulardan ve Araplardan öğrendikleri Afrodit ve Uranüs’e da tapıyorlar. Asurluların milattan diye andığı Afrodit, Araplarda allat, perslerde ise anahita diye biliniyorlar." (heredot tarihi)
Ahura Mazda, İran kültürünün çok erken dönemlerine damgasını vurmuştur. perslerin başkenti perse polis (yani İran’ın birliği) Ahura Mazda’nın koruması altındadır. Tanrıların en kudretlisi olarak tarif edilir. Ahura Mazda, pers tahtının sahip olduğu siyasal gücün de başlıca garantörüdür. persepolis'in görkemli saraylarından birinin duvarlarındaki kabartmalar, Pers siyasal hiyerarşisinin hangi ideolojik perspektif altında yapılandırıldığını çok açık bir şekilde sergilenmektedir. Hiyerarşinin tepesinde Ahura Mazda bulunur, onun altında da ise perslerin şahı ve onun üst rütbeli subayları vardır. Burada verilen mesaj açıktır: Şah gücünü Ahura Mazda’dan alıyor ve onun korumasından yararlanıyor. Şah’ın ordusu da iktidarın kökenindeki tanrısallığın farkında olduğu için Şah’a itaat etmekte beis görmüyor. Kuzeyden inerek İran yaylası'na yerleştikleri var sayılan aryan topluluklarda Ahura Mazda ve Mithra kültlerinin birbirlerinden tam anlamıyla ayrılmadıkları anlaşılıyor. Ahura Mazda’yı gökle bazen onun oğlu olarak tanımlanan Mithat ’harayı da güneşle özdeşleştiren perslerin, Ahura Mazda’da karar kılmaları çok eskilere düşer.
Sözü edilen iki tanrı da Ayranların en eski tanrılarıdır, nitekim perslerle akraba olan Hintliler de Mithra'ya tapınmışlardır. Mithra'nın geri plana düşmesiyle yerini bütünüyle Ahura Mazda’ya bırakmasın da Zerdüşt adını taşıyan bir din adamının büyük rol aldığı söylenegelir. Zerdüşt’ün yaşadığı tarihler hakkında doyurucu bilgilere sahip değiliz. Zerdüşt’ün yaşadığı yerler dahi pek kesin bilinmez. Bir söylentiye göre İran’ın kuzeyinden olan Zerdüşt, başka bir inanışa göre de belh (Afganistan’ın kuzeyinde bulanan bir şehir) şehrinde doğmuştur. Zerdüşt’ün yaşamı hakkında bilgi veren başlıca kaynaklar, Zerdüşt’lerine kutsal kitabı Avesta'dan, Agatha adı verilen ilahilerden ve yunan metinlerinden ibarettir.